31 Aralık 2011 Cumartesi

Bu Yılbaşı Gecesi Neredeyim?



1978'de Orhan Aksoy'un yönettiği Neşeli Günler adlı filmde, Münir Özkul'un canlandırdığı Kazım Efendi'nin, işsiz güçsüz ve bol palavracı kardeşi Ziya unutamadığım tiplerden biridir.  Anlattığına göre Almanya'da safariye çıkmış, tüfeği ateş almayınca, aslanı çakıyla öldürmüştür. Ziya'da palavranın sonu yoktur. Mesela Ziya'nın anlattığına göre hem Demirel hem Ecevit kendisine partilerine katılması için  yalvarmışlardır... Ama Ziya ikisini de redetmiştir. Peki birini seçse ne bakanı olurdu Ziya dersin? Palavra Bakanı olacağı kesindir. Tutunamayan biridir Ziya... Yani hiç bir işte tutunamamaktadır. Mesela bir ara jilet işine kalkışır. Bak şimdi... Ziya'yı bir kahvehanede hayal edelim.  Ziya kahve ahalisi arasında jilet satmaktadır... Anlattığına göre...  En iyi jilet Ziya'nın elindekidir. Çünkü dünyanın bütün  meşhurları bununla tıraş olmaktadırlar. Kimler mi? Kimler olacak... Meselaaa... Başlıyorum Ziya usulü atmasyona... İngiltere kralı... Rahmetli başkan Kenedi... Taçsız kral Pele... Bakenbayer... Kaleci Mayer... Nadye Komanaci... Biricit Bardo... Fenerbahçeli Cemil... Hepsi şöhretlerini Ziya'nın elindeki bu jilete borçludurlar. Evet. Denemesi bedavadır. Hem de hiç para vermeden... İşte böyle palavra ustasıdır Ziya. Sonra elindeki jiletle bir vatandaşı tıraş etmek ister. Adamın suratını kan içinde bırakır. Vatandaş kıyameti koparır. Pişkindir Ziya. Bu kez gene satmak niyetiyle cebinden kanı durdurmak için bir şişe ilaç çıkarır. Çok alemdir Ziya... Çook!


Bu gece malûm yılbaşı... Biliyorum yılbaşını  nerede kutladığımı merak ediyorsundur. Aramızda kalsın ama ben İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth ve eşi Edinburgh Dükü davet ettiği için Buckingham Sarayı'ndayım. Sabah tören alanının White Hall kapısında Buckingham Sarayı Suvari Birliği tarafından karşılandım. Prens Charles arabada bana eşlik etti. Rahatsızlığı nedeniyle eşi Cornwall Düşesi Camilla törene katılamadığı için Prens Charles benden özür üzerine özür diledi. "Aman canımm, ne önemi var. Don't worry! Be happy!" dedim.  Prens mahcup oldu. Yanakları kızardı. Utanarak gülümsedi. Hayır. Şeyi anlayamadım. Benim  Bukingham Sarayı'nda yılbaşı yemeğine katılacağımı Londra'daki Türkler'e kim haber verdi? Neden biliyor musun? Ben ve Prens Charles'i taşıyan konvoy Mall Caddesinden geçerek saraya giderken, yol kenarında bayrak sallayan pek çok insan bana sevgi gösterisinde bulundu. Nasıl gururlandım anlatamam. Şimdi  siyah uzuuun elbisemi giydim. Saçlarımı prenses topuzu yaptım.  Kraliçe yarım saatir aşağıda arabada beni bekliyor. Hemen çıkmalıyım. Palavra mı? Ne yani bu anlattıklarımı  palavra mı sandın? Yok artık! Sen beni galiba Neşeli Günler'deki Ziya ile karıştırdın.  MUTLU YILLAR:)


Hayatın Bedava Hazları - Bebek Koklamak





hayatın en büyük hazlarından biri  değil midir bebek  koklamak.. ama illa  metin üstündağ usulü koklanacak.. bak şimdi..

"bebeklerin ve daha tıfıl çocukların çok özel, çok acayip özel bir kokuları vardır.. kendilerine has.. pişik de, çiş de ihtiva eden.. hayatın kokusudur o.. ımmmh diye içinize çekersiniz o kokuyu, nefis.. başı olmamış kavun gibidir bebeğin.. saçları kıvır ıslak.. pembe pelte etini azıcık mıncıklarsınız, ama acıtmadan.. sonra uykusu gelir güzelimin, kucağınızda götürüp yatağına yatırırsınız.. onun olmuş kavun biçimindeki kafasından şimdi neler geçmektedir, onu tahayyül edersiniz..... yatmadan evvel kavun kafayı tekrar koklar, pembe pelte etini acıtmadan mıncıklar,üstünü örter, ışığı kapatır, muazzam bir saadetle yatağınıza uzanırsınız.. ilginçtir, başka zaman hiç gelmeyen uykunuz zart diye geliverir, uyursunuz.. rüyanız pembe pelte bebek kokuludur.. yine de n'olmaz n'olmaz diye kavun kafalıya, bir gözünüz açık uyursunuz.."

metin üstündağ

30 Aralık 2011 Cuma

Hayatın Bedava Hazları - Yazı Yazmak


az önce eve girdim.. bugün işimin en debdebeli günüydü.. evvelallah üstesinden geldim..  of.. şöyle ağız tadıyla yazı yazmayı nasıl özlemişim anlatamam sana..  metin üstündağ usulü yazmalıyım  ama.. bilirsin değil mi..  yazı yazmak hani..  hayatın bedava hazlarından biri.. bak şimdi..


"hiçbir maddi karşılık beklemeden, tüm insanlara, yeryüzüne ve tüm evrene latin harfli işaretler, fiskeler fırlatmak... beyninden, yüreğinden akan o garip billûr şeyi beyaz kâğıda damıtmak.. ama daktilo, bilgisayar gibi soğuk aletler kullanmadan.. illa ki kurşun kalemle.. ya da teksir ya da beyaz dosya kağıdına.. tıpkı okuldaki gibi.. ve ürkmeden ve çekinmeden ve çırılçıplak.. sonra.. sonrası kendiliğinden geliyor zaten.. sen yeter ki alabildiğince beyaz ve kendin olarak ak, o beyaz kağıda.. ve harflerin ve sözcüklerin bedelli kaçak askeri ol.. yaz, yaz, yaz.. sonrası.. sonrası geliyor zaten.. mektup olarak, faks olarak, telefon olarak, alkış olarak, öpücük olarak.. sen yeter ki yaz.. hayatın eski ve numunelik bir kardeşi olarak.. boyuna, hayata oyalanma, dayanma metinleri sun.. sen yeter ki yaz.. ne güzelsin bak yazarken, okurken de güzellerdir değil mi.. güzeliz, güzeliz"

metin üstündağ

Hayatın Bedava Hazları - Çay İçmek




az önce ofise girdim.. üşümüşüm ne yalan söyleyeyim.. of.. canım nasıl çay istedi şimdi anlatamam sana..  metin üstündağ usulü olmalı ama.. bilirsin değil mi..  çay yani..  hani hayatın bedava hazlarından biri.. bak şimdi..
"ne garip bir sıvıdır bu ateş suyu.. ugh!. ve fakat en güzeli sahilde, denize karşı içileni olsa gerek.. salaş tahta masalarda ve pek tabii hava da az biraz rüzgarlı olacek.. çay da hep sıcak olacek.. laflayarak, denize ve martılara bakınarak.. ciddi gibi içilecek.. garson rahatsız etmeyecek ama.. hem çayın dostlukları da başka başka.. hem çay bizim ömrümüzün bitkisel ateş suyu.. ama kız belli bardakta olacak.. avucunuzla kavrayacaksınız bardağı.. tabağa koymayacaksınız.. diğer  yuduma kadar.. ama tekrar, kaynamış değil.. ama kokusu da aklını alacak.. bir çay marş'ımız niye yok.. bir çok şeyden daha mühim bu sıvı, oysa.. ımmmh, nefis.. "tazeler misiniz usta, benimki demli olsun lütfen.." aynı bardakta çay gibiyiiz"

metin üstündağ



29 Aralık 2011 Perşembe

Bugün Bir Kelimeyi Hissettim... Süveyda


"Yeni bir sözcük öğrendim geçenlerde rastlantı sonucunda;
Eskiden yüreğin ortasında bulunduğu sanılan siyah nokta,
Yani mecazi anlamda bir gizli niyet, bir duygu ve düşün
Ve bitkibiliminde tohumun içindeki o itici güç sürgün.
Yoklayın kendinizi şimdi hepiniz sonra söyleyin bana;
Nedir yüreğinizdeki siyah nokta, gizli niyet: süveyda?"
Metin Altıok


Metin Altıok'un Bir Acıya Kiracı adlı şiir kitabının, Bir Yürek Dökümü adlı bölümünü  tam okumaya başlamıştım ki... İlk sayfasında bir şiire denk geldim. Şair, bir rastlantı sonucunda bir kelime öğrendiğinden sözediyordu. Altı satırlık şiir boyunca o kelimenin ne anlama geldiğini anlatıyordu. Söylenirken dudaktan dökülen melodisini nasıl sevdim anlatamam... Gerçekten harikulade bir kelime bu... Süveyda... Yüreğin ortasında olduğu farzedilen bir kara nokta... Gizlenen niyet, bir gizli düşünce, saklı bir duygu demekmiş aslında... Öyle bir anlam içeriyor ki bu kelime... Hani deniyor ya kalpteki kara nokta... Benim yüreğimde siyah nokta var mı? Eğer varsa, fena bir şeymiş gibi  bir his geçiriyor ilk duyana... İyi ama... Tohumu iten güç var ya hani... Sürgün olur sonunda... Süveyda öyle bir güç verirmiş insana... Ne tuhaf! Çok merak ediyorum. Nasıl bir şey acaba?  Diyor ki şair... "Yokla bakalım kendini... Var mı yüreğinde gizli niyet, siyah nokta?" Ben.. Benim mi? Yüreğimde siyah nokta öyle mi? Gizli düşüncem... Saklı bir duygum... Gizli bir niyetim... Allahım! Nedir yüreğimdeki siyah nokta? Süveyda! Hemen yoklamalıyım kendimi... Yüreğimin ortasına bakmayı denemeliyim. Görüyor musun, şairler durup dururken nasıl uğraşıyorlar okurun içini dışına çıkarmaya.. Nerden okudum bu şiiri şimdi? Olsun. Ben kimim? Yüreğimde neler var bilmediğim? Az sonra yüreğime doğru bir yolculuğa çıkacağım. Önce Metin Altıok'u dinleyeceğim. Kendimi yoklayacağım. Varsa eğer, kalbimdeki  kara noktayı bulmayı deneyeceğim. Çünkü çok mühim. Ben bugün bir kelimeyi hissettim.... Süveyda!
  

NOT: "Bugün bir kelimeyi hissettim."  Metin Üstündağ'ın cümlesidir.  




28 Aralık 2011 Çarşamba

Bir Günden Geriye Kalanlar...


Gene krizim tuttu. Döne döne Atilla Atalay’ın Mecnun Kuleleri adlı kitabını arıyorum. Yok! Aradım taradım. Yok! Yer yarıldı içine girdi sanki. Hayır, bari diğer kitapları olsa… Hiçbiri yok iyi mi? Nasıl olur? Sözümona bazı kitaplarından bende çifter çifter vardır… Çünkü böyle Atilla Atalay'ın kitaplarını evde arar bulamam. Sonra illa yenisini alırım. Asla dayanamam. Ne yapabilirim?  Bu kitap krizi vaziyetim anlatılacak gibi değil. Acaba biri beni sabote mi etti? Allahım! Bir tane kitabını bile neden bulamadığımı anlayamadım. Eğer okuyamazsam Atilla Atalay'ın bir öyküsünü şimdi… Nefesim kesilebilir… Gerisini söylemeyeyim… Eh, artık ne diyebilirim? Sizlere ömür! 


Aslında ben “Bu sabah  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki Sevgi Soysal Sempozyumu'na gittim.” diyecektim. Evet.  Gittim sahiden.  Denk geldi gidebildim.  Sabah yapılan ilk bölümünü  tüm merakımla izledim. Öğlen arası oldu.  Hemen üniversitenin önünden otobüse atladığım gibi, ver elini Tophane-i Amire… Dali sergisini gezdim. (Kara Kitap, sözüm söz seninle de gezeceğim:) Dali çocukluğundan beri aşçı olmak istermiş. Eh, aşçı olamayıp ressam olunca, bu hayalini menü ve tarifleri resmederek gerçekleştirmiş. Tablolarını fotoğraflayamadım ama Dali’nin kullandığı renklere bittim. Bittim. Müthiş!


Sonra  "Ölümünün 35. Yılında Sevgi Soysal Sempozyumu"nun ikinci bölümünü dinlemek için  tekrar Mimar Sinan Üniversitesi'ne döndüm. Hey! Bu kez oturum başkanı Doğan Hızlan. Konuşmacılar ise kimlerdi biliyor musun? Sevdiğim kitapların yazarları! Oya Baydar, Selim İleri, Latife Tekin, Buket Uzuner...  Nasıl hoş muhabbetli nasıl keyifli bir oturum oldu anlatamam. Yazarların Sevgi Soysal için anlattıklarını mutlulukla dinledim. Bir okur olarak, çok doyurucu bir sempozyum izlediğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Emeği geçen herkese teşekkür etmeliyim.


Yani rüya gibi bir gün geçirdim. O kadar yıl sonu iş debdebem arasında, denk gelip Sevgi Soysal'la ilgili sempozyumun bari ilk gününü kaçırmadığım için çok sevinçliydim. Dönüşte Beşiktaş'tan vapura hoplaya zıplaya bindim. Kadıköy'e geçtim. Otoparktan arabamı aldım. İzmit'e doğru yola çıktım. Nasıl mutluydum anlatamam. Allahım! Tam Ataşehir'in yanından geçiyordum ki... O ne?  Dondum kaldım. Fotoğraf makinem arıza yaptığı için gördüklerimi fotoğraflayamadım. Ama ilk gittiğimde illa fotoğraflayacağım. Resmen dağ taş bina dolmuş! O binalalar silsilesini görünce tüm sevincim uçtu gitti. Yüreğime kara bir keder  geldi çöreklendi.  Yoo... Her İstanbul'a gittiğimde Ataşehir'in yanından  geçiyorum. Ne bileyim? Bu kez resmen  binalardan korktum. Tek bir ağaç  bile görünmüyordu. Her taraf taş kule olmuş. Of, yüreğim nasıl fena oldu anlatamam. Dedim ki, derhal ilaç niyetine Atilla Atalay'ın Mecnun Kuleleri'ni okuyamazsam, ben bu krizden asla kurtulamam. İşte şimdi  kitabı evde arıyorum. Ama bulamıyorum! Yok!.. Bari öyküyü  hatırlayabilsem... Atilla Atalay insan konservelerine benzetir ya hani bu kuleleri... Ve içlerinde zamandan yorgun düşmüş deliler dolaşıyor derdi. Yani bizler mi? Of!..  Tam o kulelerin yanından geçiyordum...  Aynı öyküdeki gibi... Havanın boşluğunda yankılanan keder, yer kabuğunu boydan boya yararak ilerledi.  Önce şehre şöyle bir tepeden baktı. Sonra bir binadan ötekine çarptı... Çarptı...  En yüksek kuleye çarpıp sekti... Geldi... Geldi... Küskün kalbimden vurdu beni....Yüreğim keder içinde "çın... çınnnn... çınnnnnnn" diye inledi...  Günüm ne güzel başlamıştı...  Görüyor musun, nasıl bitti!...  Yooo... Derhal Mecnun Kuleleri'ni bulmalıyım! Yoksa dayanamayacağım! Söyler misin, kitap krizi vaziyetleri için,  kitapçılarda olmuyor mu  bir nöbetçi?!!


Yazar Ne Yapar Ne Yapmaz?



Sevgi Soysal'ın kitaplarını uzun zamandır elime almadığımı yeni  farkettim.  Düşünebiliyor musun kırk yaşında ölmüş Sevgi Soysal.  Ne kadar genç! Gene böyle bir kış günü dünyamıza veda etmiş. Kırk yıllık ömrüne üç evlilik, üç çocuk, dokuz kitap sığdırmış. Arkeoloji okumuş. Radyo’da, TRT de çalışmış. Çevirmenlik yapmış. Düşünce ve ifade etme suçu'ndan yargılanan ve sonrasında af yasasından yararlanan yazarlarımızdan biri de Sevgi Soysal'dır. Bakmak adlı kitabında anlattığı ibretlik bir makalesi vardır.  TRT den yeni atıldığı sıralarda, sıkıyönetim mahkemesinde "halkı suç işlemeye tahrik" suçundan yargıç karşısına çıkmış. Yargıç Sevgi Soysal'a mesleğini sormuş. Henüz karşılığını  beklemeden "Yaz, ev kadını yaz." demiş. İtiraz edecek olunca yargıç sözü Sevgi Soysal'ın ağzına tıkamış. "Nesin ya?" demiş.  Elbette derdi ev kadını olmak değildir Sevgi Soysal'ın. Ev kadınlığını  küçümsemek maksadında değildir. Çünkü tüm kadınlar en zor ve nankör işin ev kadınlığı olduğunu bilirler. Derdi makalesinde anlattığı gibi kadını ev çerçevesinde gören, kadının coğrafyasını daraltmak isteyen zihniyettir. Düşünmüş Sevgi Soysal... "TRT'ci" dese, öyle bir meslek yok. "gazeteci" dese, onca yıl çalışmasına rağmen basın kartı yok. "Yazar" dese... Diyecek demesine ama... Göze alamıyor... Çünkü daha önce bir kitabı hakkında çıktığı başka bir mahkemede "yazar" dediğinde cevabını almış. "Yazıyormuş, ne yazdığını biliyoruz, yazıyormuş..." diye hâkim Sevgi Soysal'ı azarlamış. Gene de bir cesaret "Yazarım" demeye karar vermiş ki... Yargıç "Ev kadını değilmiş, nesin ya? TRT'den atılmışsın işte." demiş. İşte o zaman artık dayanamamış Sevgi Soysal.... "Siz yargıçlıktan atılırsanız, ev erkeği mi sayılacaksınız?" demiş demesine ama  hâkim duruşmadan atmış Sevgi Soysal'ı tabii...  O sıralarda hep mahkûm olunduğundan bu durumu  önemsemediğini yazıyor bu makalenin devamında. Kıvrak zekalı, ince alay ustası bir kadındır Sevgi Soysal.  Ve her zamanki muzipliğini yapıyor. Bu durumun kendisine faydası olduğunu, böylece mahkeme âdabı konusunda bilgisinin arttığını söylüyor. Demek ki bizim memlekette yazarlık kadında "ev kadınlığı"na, erkekte ise "mesleksiz"e denk düşüyor. Sait Faik'in ünlü ilk pasaport alma hikayesi vardır ya hani... Polisler soruyorlar mesleğini... "Yazar" diyor. Belge istiyorlar. Hiçbiryerden alamıyor. O kadar basılı kitapları var. Yeterli olmuyor. Pasaportuna "işsiz" ya da "mesleksiz"  gibi bir kelime yazılıyor. Ne fena! Halen "yazar"lık meslek olarak kabul edilmiyor mu acaba?




27 Aralık 2011 Salı

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 14 - Hatice hanım



Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


Bir defasında  İstanbul'a gittiğimde, Beyoğlu'ndaki Emek Sineması gişesi önünde internetten aldığım iki bilet için sıramın gelmesini bekliyordum. Arkadaşım gelmemişti. Ben filmi yalnız seyredecektim. Gişenin önünde birikmiş kalabalığı çarpa çarpa yarmaya niyetlenen bir kadın,  genç bir çocuk kendisine çarpınca çok öfkelendi. Önce durup kızgınlıkla baktı çocuğun arkasından. Sonra söylene söylene hışımla tekrar daldı kalabalığa. En öne geçmeye hakkı olduğundan emin, itekledi herkesi. Kadının bu halini görünce, onun Sevgi Soysal'ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti adlı romanındaki Hatice hanım olduğunu farzettim. Yenişehir ilkokullarından birinde öğretmenlik yapmıştı. Emekliydi şimdi. Tezcanlı, temizlik hastası, bildiğini okumaya meraklı, kendine göre bir çok caba göstererek kazandığı haklarını kimselere kaptırmamaya kararlı bir kadındı. Bakışıyla bile korkuturdu herkesi. Okul koridorlarında çınlayan sesi duvarlara, camlara çarpa çarpa yankılanır, yankılanan korku kabuk bağlamamış çocuk yüreklerinden miskin hademe uykularına yayılırdı.  Kadın  kararlı adımlarla herkesi  aştı, biletçi gişesinin önüne ulaştı. Ne konuşuyorlardı bilmiyorum. Kadının ciğerlerine doldurduğu solukla ve ürkütücü bir bağırışla "Baksana sen bana, kim senin amirin? Müşteriye doğru dürüst cevap versene!" dediğini işittim. Biletçinin ondan korkması gerektiğini düşündüğünü hayal ettim. Niye acaba biletçinin yüreği, ilkokuldaki, derslerini yarı korkudan, yarı çalışamamaktan bilemeyen öğrencilerinki gibi, mısır patlarcasına patlamıyordu? Ona göre korkanlar azalıyordu gitgide. Hep bu korkmayanlar yüzünden, hep onların yüzünden düzen bozuluyordu. Oysa şimdi biletçi sinmeliydi. Hatice hanım karşısında boynunu, suçunu bilen bir köle gibi bükmeliydi. Yıllarca hep öyle olmamış mıydı? Evde herkesin yemeğini boğazına dizdirir, Deliler Tepesi'ndeki gecekondulardan aldığı zavallı kızı  sabahları uykusundan sarsarak uyandırır, evin çabuk çabuk, kimse uyanmadan temizlenmesi için başında beklerdi. Hep havada, hep dik tutmuştu Hatice hanım başını. Hep ürkütmüş, hep korkutmuş, adam etmiş, yola getirmiş, hadlerini bildirmişti suçlu gördüklerinin. Şimdi burada ne dediyse biletçi razı gelmemişti demek ki. Hatice Hanım'a karşı açıkça suç işlemişti. Ve bu cezasız kalıyordu. En dayanamadığı şeydi. Her vatandaş suçluların cezalandırılması konusunda birşeyler yapmalıydı. Tam soluk aldı, bağıracaktı ki "Tartışmayın isterseniz. İki biletim var. Birini size verebilirim dilerseniz." dedim.  "Öyle mi?" dedi. "Aman sağolun. Doğru dürüst bakmıyorlar müşteriye. Parasıyle rezil ediyorlar insanı." dedi. Bu sözleri yüksek sesle, yan gözle gişedeki kıza bakarak söyledi. Kız aldırmıyordu hiç. Sırası gelmiş bir müşteriyle konuşuyordu şimdi. Kendince koyduğu kanun saydığı kuralları vardı Hatice hanımın. Onun kanun  saydıklarını çiğnemek en büyük suçtu. Unutmazdı Hatice hanım... Affetmek sağlıksızdı ona göre... Mikroplara karşı ilaç kullanmamak, kanayan yaraya tentürdiyot dökmemek gibi bir şeydi affetmek.  Uygar insan affetmez ve unutmazdı Hatice hanım'a göre... Uygar insan cezalandırırdı... Affetmek ve unutmak barbarlık ve ilkellikti, bu memleket yumuşak kalplilikten kalkınamamaktaydı. Kalabalığı yararak ilerledi. Aldığım suyun parasını ödemek için kasaya doğru ilerlerken onu gördüm.  Tezgahın üzerindeki çikolataları bıkmadan usanmadan tek tek  inceledi. Acaba hangisinin hem fiyatı hem kalitesi iyiydi? Kazık yemediği, en iyisini aldığı duygusunu edinebilmesi çok zor görünüyordu. Ansızın uzattı elini. Birkaç tane çikolatayı kaptığı gibi mantosunun cebine atıverdi. Çabuk adımlarla uzaklaştı oradan. Buz kestiğimi hissettim. Şaşkın adımlarla ardısıra sinema salonuna girdim.

  
"Baksana oğlum! Ben burada beklerken alem fırt fırt yerine oturuyor!" diye yer gösteren çocuğu azarladı. Çocuk duymak istemedi. Kadın beni gördü. "Burada haddini bilmeyen elemanları şikayet edecek bir makam yok mu? dedi.  Korktum ben. Ses vermedim.  Usulca  oturacağımız yeri elimle işaret ettim.  Bizden önce oturmaları suçmuşcasına insanlara söylene söylene yerine geçti. Yanyana oturduk. Mantosunun cebinden bir çikolata çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi önce çikolataya sonra etrafına  baktı. Bence çikolatayı tutan avucu sıcaktı. Kanı sanki buradan yayılıyordu vücuduna. Sanki tüm gücünü bu sıcaklıktan alıyordu. Hışımla bana döndü. Sanki büyük bir kabahat işlemişim gibi "Araya girmeseydin, istediğim yerden bilet alacaktım. Böyle arkalarda kalmayacaktım." dedi. Şaşırdım. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Hatice hanım" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının bazı cümlelerini Sevgi Soysal'ın   Yenişehir'de Bir Öğle Vakti adlı kitabından alıntıladım. 
 

"Aslolan Yaşamaktır!" Demeliyim...




"Ben şimdi ne yapayım? Derdimi kimlere yanayım? Ben  şimdi neyleyeyim? Bu şehri ateşe mi vereyim?"  İşimin en debdebeli günleri... Allahım... Senenin bitmesine şunun şurasında altı gün kaldı. Bu hafta ya herro ya merro yani... Öyle böyle değil... Nasıl burnumdan soluyorum nasıl işim başımdan aşkın anlatamam... Eeee... Söyler misin ben şimdi ne edeyim? Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde 28 ve 29 Aralık'ta Sevgi Soysal Sempozyumu düzenlenecekmiş. Yapılır mı bu bana? Sevgi Soysal en sevdiğim memleketim yazarlarından biri. Başlık da müthiş... "Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz!" Ölümünün 35. yılında Sevgi Soysal Sempozyumu'na katılan edebiyatçıları görünce hevesim iyice  katmerlendi. Kimler yok ki? Of!... Ben işi gücü bırakıp sempozyumdan sempozyuma  mı dolaşayım yani? Ama işimi çok seviyorum. Bırakamam! Edebiyatı da seviyorum. Rica etsem bir daha Aralık ayında sempozyum yapmasalar…  Aklım kalıyor ne yapayım yani... Sevgi Soysal var ya... Aaah! İlk gençlik çağlarımın yazarı!... Ah!.. Dikkafalı, coşkulu, dalgacı, çocuksu sevinçleri olan sevdiğim muzip kadın! Yıllar öncesinin Türkiyesi’nde cesaretle yazdığı kitaplarının hastasıyım. Ben var ya… Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanını derhal kitaplarının arasından bulmalıyım. Bakmak... Yürümek... Tante Rosa... Cümlelerinin arasında gezinmeliyim... Sonra çok sevdiği cümleyi söylemeli,  “Aslolan yaşamaktır!” demeliyim. Peki sempozyuma gidecek miyim? Du bakalım… Önce bir hayal edeyim… Kimbilir? Bilirsin, bazen hayaller gerçekleşebilir:)

Ölümünün 35. Yılında Sevgi Soysal Sempozyumu
 

PROGRAM
28 Aralık Çarşamba 2011
10.00 Açılış Konuşması
Prof. Dr. Meral Özbek (Rektör Yardımcısı)
Seval Şahin
Funda Soysal
Ara -10.30-10.50


I. Oturum
Oturum Başkanı: Banu Öztürk
11.00- 11.20 Senem Timuroğlu- “Sevgi Soysal’ın Yapıtlarında Edebî Tanıklık”
11.20-11.40 Sibel Işık- “Sevgi Soysal’ın Eserlerinde Suçluluk Duygusu”
11.40-12.10 Zeki Coşkun- “Sevgi Soysal’da Resim ve Görsellik”
12.10-12.25 Soru-Cevap
12.25-13.30 Öğle Yemeği


II. Oturum
Oturum Başkanı: Doğan Hızlan
13.30- 13.50 Oya Baydar- “Sevgi’yi Sevgi Yapan O Küçük Şeyler”
13.50- 14.10 Selim İleri - “Sevgi Soysal ile Anılar”
14.10-14.30 Latife Tekin- “Hoşgeldin Ölüm Üzerine”
14.30- 14.50 Buket Uzuner - “Bir Edebî İlham Kaynağı Olarak Sevgi Soysal”
14.50-15.05- Soru- Cevap
15.05- 15.30 Ara


III. Oturum
Oturum Başkanı: Abdullah Uçman
15.30-15.50 Sema Kaygusuz- “Tante Rosa’da Teslim Edilen Sersemlik”
15.50- 16.10 Hatice Meryem- “Bütün Kadınca Bilmeyişlerin Ortak Adı: Ayşe Teyze”
16.10- 16.30 Sırma Köksal- “Cellat Fuchs Nasıl Halka Karıştı?”
16.30- 16.50 İpek Şahbenderoğlu-“Adamlar, Kadınlar ve Duvarlar”: ‘Eril Kent’in Tepelerinde Tutkulu Perçem
16.50- 17.05 Soru- Cevap


29 Aralık 2011
I. Oturum
Oturum Başkanı: Necmiye Alpay
10.30- 10.50 Semih Gümüş- “Şafak’ın Roman Sanatımızdaki Yeri”
10.50-11.10 Süha Oğuzertem- “Şafak ve Sosyoloji”
11.10-11.30 Ömer Türkeş-“ Edebiyatımızda 68 Kuşağı ve Sevgi Soysal”
11.30-11.50 Soru-Cevap
12.00-13.30 Öğle Yemeği


II. Oturum
Oturum Başkanı: Handan İnci
13.30-13.50 Ayşe Gül Altınay- “Bir Antimilitarist Feminist Manifesto Olarak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”
13.50-14.10 Çimen Günay- “Post-Feminizm ve Sevgi Soysal: Kadın Gözünden Erkeklikler”
14.10- 14. 30 İpek Çalışlar- “Örgütsüz İsyankar Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu‘nda”
14.30- 14.45 Soru-Cevap
14.45- 15.10 Ara


III. Oturum
Oturum Başkanı: Meltem Ahıska
15.10-15.30 Murat Belge- “Sevgi Soysal Üzerine”
15.30-15.50 Feryal Saygılıgil- “Yürümek”
15.50-16.10 Fatih Altuğ- “Sevgi Soysal’da Yeniden Başlama Deneyimi”
16.10-16.30 Soru-Cevap
16.30-16.45 Ara
16.45- 17.05 Yasemin Öztürk- Işıl Özgentürk ile Sevgi Soysal ve Seni Seviyorum Rosa filmi üzerine söyleşi
17.05- 18.30 Seni Seviyorum Rosa filminin gösterimi
18.30- 19.00- Soru- Cevap


Yer: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu, Fındıklı - İstanbul

Katılım serbest.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Sevdiğim Naiku Ve Haikular


ahmakıslatan değilim dedi
inandım o yağmura
ve ıslandım tam bir ahmak gibi
num-sert
 


dünyanın en uzun
en güzel kışına
rast-la-dık
ey ömür

yağ lapa lapa
met-üst


    
feci susarım
suyla alakası yok
sözedir tavrım
num-sert
 

 
farkından 
sonra başlar
hayat
met-üst


25 Aralık 2011 Pazar

Öteki Sinema Ve Noel Korku Filmleri Serüvenim



Öteki Sinema Blog'un, En İyi 10 Noel Korku Filmi diye başlığını görünce, editörün korkunç değil  şirin mi şirin yazısını  tüm merakımla okumaya başladım. Diyordu ki...

"Noel/Christmas filmlerini bilirsiniz. Küskünler barışır, Anneler, babalar çocuklarının, Çocuklar büyüklerin kıymetini anlar, herkesi bir huzur, bir müşfiklik sarar, düşmanlar bile dost olur. Noel’in bu barıştırıcı ve yatıştırıcı duygusu benim de hoşuma gider esasen ama her Noel filmi de böyle keyifli ve huzurlu değil tabii… Allahtan değil!  Fantastik sinemanın Noele el atmaması elbette düşünülemezdi ve öyle de oldu. Silent Night, Deadly Night gibi kimi örnekler zamanında Hristiyan aleminin ve hindi pişirmekten delice zevk alan ailelerin tepkisini çekip yasaklansa bile zaman içinde “geyik” tabir edilebilecek bir alt tür bile oluşturdu denebilir, yeni yıl sapıklarının terörünü anlatan bu tür filmler. İşte Öteki Sinema yazarlarının seçtiği ya da editörleri olan bendenizin seçip onlara Çinli işçilere davranılan bir merhametle yaklaşarak yazdırdığı 10 filmlik “Öteki Noel Filmleri” Yılbaşını yapayalnız geçirecek kadar umutsuzsanız iyi bir alternatif olacaktır bu liste… Sizi kimse düşünmüyorsa bile biz düşünüyoruz. Hadi, sevinin! Mutlu Noeller! Ho, Hoo, Hooo!"

Ben bu yazıyı okudum ya...  Önce aynaya baktım.. Sonra aynı Öteki Sinema'nın editörü gibi  "Ho, Hooo, Hooo!" demeye başladım. Niye mi? Bugün bu yazıyı okurken, saçımda ve yüzümde bakım maskesi vardı. Eskaza biri beni görse sahiden  korkardı. Aynadaki kendi suretimden kendim korkmuştum çünkü... Evde yalnızdım. Günler kısaydı. Beş deyince hava çoktan kararmıştı... Tam Noel haftasıydı. Heyy! En Korkunç Noel Filmleri'ni seyretmenin yani tam zamanıydı... Hemen havaya girdim. İlk filmimi indirdim. Işıkları söndürdüm. Nanananooommm! İlk Noel Korku Filmim...  Black Christmas!



Ne yalan söyleyeyim, 1974 yapımı eski bir filmi seyretmek nostalji duygusu yaratıyor. Hele o kablolu telefon her çaldığında, insanın içinden "nerede o eski telefon sesleri" diyesi geliyor. Bu film aslında başyapıt kabul ediliyormuş. Daha sonra çevrilen bu tarz filmlere ilham kaynağı olmuş. Öteki Sinema'daki yazısında Mert Ulus "Yetmişlerin mütevazı çekim teknikleriyle oldukça başarılı bir atmosfer yaratılan filmde, daha sonraları klişe olacak telefonla korkutmalar, seri cinayetler, vahşice öldürülen genç kızlar ve sırada kim var sorusu ile döneminin en başarılı örneğidir." diyordu.


Oh! Nasıl özlemişim korku filmi seyretmeyi anlatamam! Üniversiteli kızların bir arada kaldığı evde olanlar oluyordu. Filmin sonuna doğru heyecan iyice tavan yapıyordu. Film bittiğinde yerimden kalktım. Işıkları açmadım.  Mutfağa geçtim. Çekmeceden en büyük boy bıçağı çıkardım. Bıçağı iki elimle kavrayıp havaya kaldırdım… Yüzümde ve saçlarımda halen bakım maskesi vardı. Aynanın karşısına geçtim. Camdan odaya vuran  ay ışığının huzmelerinde  kendi halime baktım… Tam o anda telefon çaldı.  Karanlıkta telefonu açtım…  Niye bilmiyorum… “Alooo!” demedim… “İmmmdaaat!” diye bağırdım.

Güzelliğin On Para Etmeyen Formülleri -1-



Bazı bloglara bayılıyorum. Hele geçen gün bir bloğa denk geldim. Adım adım nasıl takma kirpik takılacağını anlatıyordu. Tüm heyecanımla okudum. Tek tek fotoğraflara baktım. Ne yalan söyleyeyim heveslenmedim değil... Basbayağı heveslendim. Acaba takma kirpik taksam nasıl olurdu gözlerim diye merak ettim. Yooo... Denemeye niyetlenmedim. Çünkü kendimi tanıyorum. Takma kirpiklerle dolaşamayacağımı çok iyi  biliyorum. Sıkıntılı biriyim. Benim olmayan kirpikler gözlerimde kıpraştıkça yarı yolda takma kirpikleri  fırlatabilirim. Kimi zaman hastalıktan ya da başka sebeplerden kirpik, kaş ve saçları dökülen kadınlar için şahane bir imkân tabii... Kozmetik sektörünün bu tarafını daha çok seviyorum. 



Neyse... Benim kendi kendime uyguladığım bazı güzellik formüllerim var. Niye bu konuya girdim biliyor musun? Bugün evde yalnızım. Kendime rutin bakımlarımdan birkaçını uygulamaya karar verdim. Kaç yaşına kadar yaşayacağımı bilmiyorum. Hastalıklar evden uzak olsun! Bedenimle barışık yaşamak istiyorum. Her şey bakım ister bence... Eşyalar, ilişkiler, akrabalıklar, arkadaşlıklar, makineler, çiçekler... Her şey... Her şey... Özenince hayat daha güzelleşir. Bedenimiz bizim hizmetimizdedir. Ne kadar bakımına dikkat edersek o kadar uzun ve keyifli birlikteliğimiz olur düşüncesindeyim. Yaşlar ilerledikçe saçlar daha çok beyazlaşacak, kırışıklıklar çoğalacak, hareketler azalacak elbette... Ama bunları geciktirmek elimizde diye düşünüyorum. Öncelikle sporumu ihmal etmemeye çalışıyorum. Haftada üç akşam bir saat spora gidiyorum. İştahlı biriyim. Güzellik bloglarındaki mankenler gibi incecik hiç olmadım. Olmak niyetinde de değilim. Yemeğin hayatın en büyük zevklerinden biri olduğuna inanıyorum. Beni rahatsız eden aşkın kilo vaziyetimi biliyorum. Ağırlığım o sınıra kaymaya başladığında yemeğime biraz çeki düzen veriyorum. Neyse... Uzatmayayım... Bugün baktım evde benden başka kimse yok... Hemen saç bakımı yapmaya karar verdim. Bunu yeni öğrendim. Her daim saç bakımı yaparım. Son aylarda saçlarımı uzatıyorum. Uzun saçları besleyen bir yöntemmiş. Daha önce bir kez denedim. Gerçekten saçlarımın canlandığını hissettim. Bir havuç suyu ile yarım çay bardağı hakiki zeytinyağını karıştırıyorum. Pamuk yardımıyla saçlarıma sürüyorum. Sonra tarakla iyice tarıyorum. Kaşlarıma ve kirpik diplerime de sürüyorum. İki-üç saat duruyor. İyice yıkayıp kurutunca... Farklılık hemen anlaşılıyor. Hararetle tavsiye edebilirim. Bir de ne yaptım biliyor musun? Yüzüme bal sürdüm. Yüze bal sürmenin de cilde çok iyi geldiğini tecrübelerimle biliyorum. Sana bir şey söyleyeyim mi?.. Eskaza zil çalsa şimdi... Gelse mesela biri.... Bu halde görse beni... Korkar yemin ederim:)
 

24 Aralık 2011 Cumartesi

Fikrimin İnce Gülü... Has Bahçemin Bülbülü


İnan bana bilmiyordum. Şimdi sanal ansiklopediden öğrendim. Adalet Ağaoğlu'nun Fikrimin İnce Gülü adlı romanından Tunç Okan tarafından sinemaya uyarlanan, başrolünü İlyas Salman'ın oynadığı Sarı Mercedes adlı film, 29. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En iyi yönetmen"," En iyi kurgu", "En iyi ikinci film" ödüllerini kazanmış. Vay canına sayın seyirciler! Nereden aklıma geldi şimdi bu film durup dururken?  Ne bileyim? Hafıza tuhaf bir kutu diyorum ya... Bugün lafımın arasında "fikrimin ince gülü" dedim. Sonra bunun ne anlama geldiğini düşündüm. Sonra Adalet Ağaoğlu'nun romanı geldi aklıma... Sonra bu film... Çok iyi hatırlıyorum. Bir yolculuk filmiydi. Almanya'da göçmen işçi olarak çalışan Bayram, kazandığı paraları harcamamış, sinekten yağ çıkarırcasına biriktirmişti. En ufak ihtiyaçlarını bile ertelemişti. Çünkü çocukluğunda köye gelen bir siyasetçinin arabasından ve adama gösterilen hürmetten etkilenmişti. Böyle bir arabası olursa farklı muamele görebileceğini fikir edinmişti. İşte seneler sonra köyüne giderken, çocukluğundan beri hayalini kurduğu Mercedes otomobili satın alacaktır. Aklımda kaldığı kadarıyla filmin başrolü sanki  İlyas Salman'ın  değil, resmen Mercedes otomobilindi. Çünkü Bayram, yol boyunca  şarkı misali,  adeta "Fikrimin ince gülü... Has bahçemin bülbülü... O gün ki gördüm seni...  Yaktın beni ahh beni..." diyerek sevdalandığı, Bal Kız adını verdiği arabasıyla sürekli dertleşmekteydi. Tutkuyla bağlıydı Mercedes'ine Bayram... Bir yeri çizilecek diye ödü kopuyordu. 


Filmi seyrederken için için üzülüyordum Bayram için...  Trajikomik olaylar neticesinde arabasının Mercedes amblemi çalınıyor, çiziliyor, kapısı göçüyor, lambası kırılıyordu. Balkız'ın  tipi dağılıyor, boyası dökülüyordu. "Yazık" diyordum kendi kendime. Acıyordum Bayram'a... Göçmen işçi geliriyle Alamanya'da zar zor para biriktirerek Mercedes almıştı. Köyündeki amcasını ölmeden görmek, sözlüsü Kezban'la evlenmek istiyordu. Havalı girecekti ya köyüne Bayram... Mercedes'i her hasar aldığında içim acıyordu.  Sigortacılığımın ilk yıllarıydı. Neredeyse atlıyıverecektim beyaz perdeye... Bayram'ın otomobilini köyüne girmeden çalıştığım servislerden birinde hayrına onartacaktım. İyi ama Mercedes'in kaportası çöktükçe, boyaları döküldükçe, Bayram'ın da boyaları dökülüyor, gerçek yüzü ortaya çıkıyordu. Hiç saf  biri değilmiş meğerse Bayram... Almanya'ya gidebilmek için bir arkadaşının sağlam raporunu çürük olarak değiştirmiş ve arkadaşının hakkını kullanarak işçi olmuş misal... Sonra sevdiceğini arkasına bakmadan bırakıp gidebilmiş... Otomobilin boyaları döküldükçe Bayram'ın iç yüzü  ortaya çıkmıştı çıkmasına ama ben gene Bayram'a acımaya devam etmiştim. Çünkü kaportası göçmüş bir otomobille köye vardığında hayalleri de çökecekti. Görülen o ki hayat hiç Bayram'ın  fikirleri mecrasında akmamıştı. Bilakis kendi çıkarları için başkalarını nasıl harcadığını farkedecekti. Köyün girişindeki bir çobandan hayalleri için harcadığı herkesin kendisinden nefret ettiğini öğrenecekti. Zaten tarihi kazı  yapıldığı için köy boşaltılmıştı. Köyde kimseler yoktu. Üstelik senelerce hayalini gerçekleştirmek için hayatını hep ertelemişti. Koskocaman bir yalnızlık ve vicdan azabı kaplayacaktı Bayram'ı... Üç yol ağzında öyleece  kalakalacaktı... Artık hiçbir yolun ucunda, kimse Bayram`ı beklememekteydi. Ne fena! Heey! Nerden geldim şimdi ben buralara? Fikrimin ince gülü diyordum. Of, ben gene neler neler anlattım? Hoppala:)


Zamanın İçine Sıkışmış Kalmış Hisler Durağında İnecek Var!


KoÜ Edebiyat Kulübü'nün facebook'taki sayfasında görmüştüm. 23 Aralık cuma akşamı saat 19:00'de Leyla Atakan Kültür Merkezi'nde Şiir Dinletisi olacaktı.  Tema "Ayrılık"tı. Aman Allahım! Ben bu haberi duydum ya nasıl sevinmiştim anlatamam.  Son haftalarda hep İstanbul'daki üniversitelerin yazarlarla ilgili sempozyumlarına katılmıştım. Kadir Has Üniversitesi'nde Tezer Özlü Sempozyumu'na, Mimar Sinan Üniversitesi'nde Tomris Uyar Sempozyumu'na, Yeditepe Üniversitesi'nde Vüs'at O. Bener Sempozyumu'na, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde Öteki Dünyalar Edebiyatı adlı fantastik romanlar üzerine bir sempozyuma katılabilmek için işimi gücümü bırakıp İstanbul'a gitmiştim. Her defasında  daha fazla zenginleştiğimi hissetmiştim. Şimdi şehrimde bir şiir dinletisine katılacaktım. Şahane bir duyguydu bu. Zaten üzerine afiyet, bilirsin, abartma sanatında şöhret sahibiyimdir. Ben şehrimde yapılacak bu şiir dinletisi üzerine hayallerimi abarttıkça abartmıştım. Kimbilir hangi şairlerin şiirleri akacaktı dize dize? Kimbilir nasıl etkilenecektim? Mutlaka ağlayacaktım. Kimseye aldırmaz, ağlardım eminim... Hele dinleti "ayrılık" üzerineydi ya... Of, kimbilir hangi hisli dizeler bam telime değecekti? Bazı dizelerde biliyorum... Yüreğim resmen tir tir titreyecekti...  Attila İlhan'dan şiir okurlardı illa değil mi?. O güzeller güzeli dizeler okunmadan olur mu? "Çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var... Çünkü ayrılık da sevdâya dahil..." Belki Cemal Süreya misali öperek uyandıracaktık  ayrılığı... Fırından yeni çıkan beklentiler satın alacaktık... Kırmızı mavi ekoseli yalnızlıklarımızı serecektik masaya... Bilirsin ya o şahane şiiri... Manzara denize sıfır olmayacaktı elbette... "Manzara ayrılığa sıfır!" Acılarımızla iki lafın belini kıracaktık... Olmadı ama... Bilsen daha ne çok şairler ve ayrılık şiirleri üzerine hayaller kurdum ben... Bugün Bursa'ya gitmeliydim. Çalıştığım sigorta şirketlerinden birinde öğleden sonra üç ile beş arasında toplantı vardı. Katılmam şarttı. Şiir dinletsi ise İzmit'te akşam yedideydi. Önce Bursa'ya gittim. Toplantıya yetiştim. Dönüşte boğazıma dizile dizile iskenderimi yedim. İzmit'teki şiir dinletisi için Leyla Atakan Kültür Merkezi'ne vardığımda saat yediyi on geçiyordu. Tüm merakımla ve heyecanımla hemen konferans salonunun kapısını açmaya davrandım ki içeriden bir genç kapıyı açtı. "Şşşttt! Şimdi prova var. Gösteri sekizde" dedi. Hımmm... İlk hayal kırıklı... Neyse... Belki daha iyi böylesi diye düşündüm. Yorgundum. Biraz kendimi toparlayıp sonra şiirleri dinlemem belki benim için daha hayırlı olacaktı. 


Hem bu arada kardeşimi de dinletiye getirebilirdim. Hey! Şiir dinletisinin ilandaki saatinde yapılmamasına kızacağıma sevindim ben. Hemen kardeşimi aradım. Durumu anlattım. "Tamam, gelirim." dedi. Atladım arabaya, kardeşimi aldım. Konferans salonuna zamanında vardık. Kalabalık toplanmıştı. Bir iki hanımla ayaküstü muhabbet ettik. Baktık ki ayrı telden çalıyoruz. Ben şiir diyorum. Onlar tiyatrodan bahsediyorlar. Ben Kocaeli Üniversitesi diyorum. Onlar memleketteki tüm üniversitelerden söz ediyorlar. Diyeceğim odur ki bu gece orada benim ilanını gördüğüm şiir dinletisi yoktu. Onun yerine bir tiyatro vardı. İkinci hayalkırıklığı... Ben şaşırdım kaldım. Kardeşle ikimiz öylece kalakaldık. Benim kardeş öğretmen kaşını kaldırdı... "Nereden buldun abla sen o ilanı." dedi. Tam o anda kaybolmuş, belki o zamanlar ne olduğunu anlamadığım için zamanın içine sıkışmış kalmış eski bir hissi hatırladım. Karşımdakinin kardeşim olduğunu unuttum bir an... Okuldaydım. Sınıfta.. Öğretmen ödevlere bakıyordu. Ben hem ödevimi yapmamışım hem defterimin kenarları kıvrılmış, sayfaları renkli kalemlerle alaca bulaca karalanmış. Öğretmen defterimin halini görüyor. Ödevimi yapmadığımı öğreniyor. "Nedir bu defterin hali?!" diyor. Öğretmenin yüzüne bakıyorum. Terliyorum. Terler sırtımdan aşağıya boşalıyor. Hiç haketmediğim bir yürek sıkıntısı hissediyorum. Hep böyle olur. Karşımdaki kardeşim bile olsa öğretmenler karşında her daim dilim tutulur, aklım karışır, bildiğimi bile söyleyemem. Çok eskilerde kalan, unuttuğum aynı hisler içindeydim... O zaman öğretmenime defterimi kardeşimin karaladığını, sayfalarını kıvırdığını söylememiştim. Şimdi kardeşim öğretmen ya, sorduğu soruya cevap veremedim. Derin derin baktım... Biraz daha kardeşimin öğretmen gözlerine  bakarsam, içli bir şiire  ya da efkârlı bir türküye dönüşecektim. Eminim. Kardeş anladı halimi.. Şefkatle saçlarımı okşadı. "Dert etme. Olur böyle şeyler. Gel biz kahve içelim." dedi. Eve dönüdüğümde hemen facebook'a baktım. Bir kaç gün önce KoÜ Edebiyat Kulübü facebook duvarına şunu yazmış... "23 Aralık Cuma günü Leyla Atakan Kültür Merkezi'nde yapılması planlanan Şiir Dinletisi elde olmayan bazı sebeplerden dolayı iptal edilmiştir. Affınıza sığınıyoruz..." Ben yoğunluktan bu haberi görmemişim tabii... Neyse... Böyleyken böyle işte... Yooo... Üzülmedim hiç... Hayallerim gene bana yetti... Bu gece kardeşle bir kafeye gittik.  Kahve içtik. Kardeş anlattı. Hiç sesimi çıkarmadım ben... Sessizce, uslu uslu öğretmen kardeşimi dinledim.