Küçüklükten
itibaren, eğer hayattan ne beklediğimizi bilir ve bu doğrultuda
hayatımızı planlanlarsak, başaramayacak hiçbir şey olmayacağını işler
dururlar. Kimler mi? Önce aileler tabii. Sonra öğretmenler, arkadaşlar…
Sonra reklamlar, psikologlar, bankalar, şirketler, meslek kuruluşları…
Herkes aynı şeyi söyleyip, gizli ya da aşikâr oya gibi beynimize
işleyince… Bizler de bize dayatılanın olması gerektiğine inanırız.
Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü adlı kitabında davranış bilimlerinden söz
eder. Yaşadığımız yüzyıl biliminin sloganının “davranışları anla,
önceden kestir ve denetle.” olduğunu anlatır. Bu sloganın hedefi nedir?
Bilgi toplama, tasnifleme ve bu bilgiler doğrultusunda insanların
harcamalarını ve davranışlarını yönlendirmek...
Bir nevi sömürme
mekanizmasının çarklarının dönmesine katkı yapma vaziyeti. Hiçbir şeyin
sürprizi kalmaması, şaşırılacak, hayrete düşülecek bir durumla
karşılaşılmaması, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamak. Niye? Çünkü
sömürücü güçlere göre, sürprizler amaçların ve hedeflerin önünde birer
engeldir. Nerelere para harcayacağımızı, nerelerde tatil yapmamızın iyi
olacağını, neler yiyeceğimizi, nasıl giysiler giyeceğimizi, hangi
durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini bizlere öyle gizli yöntemlerle
işliyorlar ki, farklı davranmak aklımıza bile gelmiyor. Tutkularımızı,
arzularımızı, zevklerimizi muhtelif yöntemlerle onlar tahlil
ediyorlar. Farkında olmadan kendi hayatımız için seçmemiz gereken her
şeyi onlar belirliyorlar. Nasıl bir hayat hedeflenecek? O hedefe
ulaşmak için hangi okullara gidilecek? Hangi meslekler seçilecek? Nasıl
biriyle evlenilecek? Kimlerle arkadaşlık edilecek?
“İnsan insana ilişki
kurmak yerine, giderek, amaçlarımız, mesleki etiketlerimiz ve
profesyonel kişiliklerimiz aracılığıyla ilişki kuruyoruz birbirimizle.”
diyor yazar. Ve belirlenen eylem kalıpları içinde tekdüze yaşamlar
oluşturuyoruz. Özgür irademiz elimizden alınıyor. Bize dayatılan amaca
yönelik maksatlı faaliyetlerin tutsağı olup çıkıyoruz.
Çok amaçlı 21. yüzyıl insanı olarak bize dayatılan hayatları yaşamak
için, başarmak, satın almak, zengin olmak, meşhur olmak, güzel ya da
yakışıklı olmak, ölümü unutmak, standartlaşmak, soru sormamak, itiraz
etmemek, kabullenmek, hayal kurmamak, rüya görmemek zorundayız. Ne fena!
Biz artık özgür olduğumuzu söyleyebilir miyiz? “Evet,
hayatımızı yaşıyoruz. Ama onu yönettiğimiz doğru değil.” diyen Gündüz
Vassaf bu durumumuzu sevgiden vazgeçerek önceden belirlenmiş
istasyonlarda durup, tarifeye göre yol alan bir tren ya da sadece ikmal
yapmak için duran bir yarış arabasına benzetiyor. Yaşamı tüketmek
pahasına hedeflerine varan bunca insan olduğunu görmek, şaşırtıcı olduğu
kadar üzücü de, diyor.
Korku
gerilim filmlerini çok severim. Ama öyle hortlak, canavar, vampir, ne
bileyim yürüyen ölüler, ölüm çığlıkları korkutmaz beni. Tamam. Korku
filmlerini seyrederken kimi sahnelerinde yerimden zıpladığımı, kimi
sahnelerinde çığlık attığımı ya da ellerimle gözlerimi kapadığımı
rahatlıkla itiraf edebilirim. Korku filmlerinin hakkını veriririm
yani. Hele İspanyol korku filmlerine bayılırım. Ama şu film var ya şu
film... Üstelik bir İskandinav filmidir. Uyumsuz Adam veya Sorun
Yaratan Adam veya Den Brysomme Mannen diye bilinir. Bu film beni gerim
gerim gerip gergef eden ender korku filmlerinden biridir. İyi ama
yukarıda anlattıklarımın bu filmle ilgisi ne? Asıl mühimi türü Komedi/Dram/Gizem diye nitelendirilen bu filmi seyrederken neden bu denli korktum?
Gündüz Vassaf'ın tren istasyonu benzetmesi gibi bu film de bir istasyonda ama metro istasyonunda başlıyor. İlk görüntülerde kahramanımız Andrea, öpüşen bir çifte bakıyor. Kamera yaklaştıkça bir de bakıyoruz ki o ne? Bu çift duygusuzca sanki otomatiğe bağlanmışcasına öpüşmekteler. İki sevgiliyi seyretmek hoş gelmiyor da tiksinti hissi uyandırıyor. Filmin konusunu bilmediğim için önce "ne fena bir durum" diye aklımdan geçirdim. Sonra "eh, haydi hayırlısı ne gelecek bakalım bunun sonrasında" dedim. Seyretmeye devam ettim.
Gündüz Vassaf'ın tren istasyonu benzetmesi gibi bu film de bir istasyonda ama metro istasyonunda başlıyor. İlk görüntülerde kahramanımız Andrea, öpüşen bir çifte bakıyor. Kamera yaklaştıkça bir de bakıyoruz ki o ne? Bu çift duygusuzca sanki otomatiğe bağlanmışcasına öpüşmekteler. İki sevgiliyi seyretmek hoş gelmiyor da tiksinti hissi uyandırıyor. Filmin konusunu bilmediğim için önce "ne fena bir durum" diye aklımdan geçirdim. Sonra "eh, haydi hayırlısı ne gelecek bakalım bunun sonrasında" dedim. Seyretmeye devam ettim.
Yok,
ben filmin devamını böyle anlatamayacağım. Şimdi kahvemi aldım elime.
Şifa niyetine bir yudum alacağım. Korktum ben bu filmi seyredince
arkadaşım, korktum işte! Filmin devamında Andrea'nın bilinmez bir
yerden bilinmez bir yere gelmesi korkutmadı beni. Bilakis gizem içeren,
sürprizli filmleri severim. Üstelik bu filmde Andrea'nın geldiği yer bir
cennet sanki. Şehirde hoş geldiniz afişiyle karşılanıyor. Anında iş
buluyor. Patronu ve iş arkadaşları nasıl güler yüzlü, nasıl anlayışlı,
nasıl düzgün görünümlü insanlar anlatamam... Tertemiz alanlarda spor
yapıyorlar, şahane restorantlarda yemek yiyiyorlar, şık giyiniyorlar,
ferah evlerde, lüks mobilyalar içinde mutlu yaşıyorlar. Andrea da
anlatmaya çalıştığım bu yerde aynı şartlara sahip olarak yaşamaya
başlıyor. Hemen sevgilisi oluyor. Cennet gibi bir yer işte ne var bunda
korkulacak diyorsun şimdi değil mi? Bak, anlatırken bile tüylerim diken
diken oldu inan ki. Değil işte.
Tüm o konforun içinde yaşayan
insanlarda duygu denen şey kalmamış. İnsanlar tepki vermesi gereken her
duruma kayıtsızlar. Allahım bu insanlarda coşku yok! Aşkını ilan etsen
de bir, intihar edeceğini söylesen de bir... Farketmiyor. İnan bana
varsa böyle bir kategori bu filme bir çeşit ağıt bile denebilir.
Düşünsene... Güler yüzlü ama samimiyetsiz arkadaşlarla muhabbetler mütemadiyen mobilyalar ve alışverişler üzerine... Yemekler
şahane görünüyorlar ama bütün yiyeceklerinin tadı ve kokusu aynı.
Korkunç bir kabus değil de nedir bu? Şimdi kahve içiyorum ve mis gibi
kokusunu içime çekiyorum söz gelimi... Söyler misin bundan büyük
zenginlik olur mu? İşte bu filmde Andrea'nın yerine koydum kendimi.
Nasıl korktum anlatamam. O korkuyu taa şuramda, yüreğimde hissettim.
Herşeyin güllük gülistanlık tasarlandığı ama duygularından,
coşkularından, zevklerinden, keyiflerinden arındırılmış, hiç bir şeyi
merak etmeyen, sorgulamayan insanların yaşadığı bir dünya! Beni feci
korkuttu feci! Bu durumda, Gündüz Vassaf'ın yazdığı gibi, "Keyif, aşk,
inanç ve Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocukcasına bakarak yaşamak" -
Bunlar nasıl amaçlanır ki?" Peki, filmin sonunda ne oluyor? Andrea
dayanamıyor bu duruma. Çok şükür uyumsuzluk gösteriyor. Filmin sonu
kimilerine göre Andrea bu düzeni redettiği için cezalandırılıyor diye
düşünülse de, ben dünyada tek kişi kalsa bile insan onurunu korumak
adına, böyle bir hayata uyum göstermeyen bir adamın filmini yaptığı için
yönetmene en içten sevgilerimi göndermiştim. Sonra camı açıp "dünyanın tüm uyumsuzlarına selam olsuuun!" diye bağırmış, içimdeki korkuyu coşkuyla gökyüzüne
savurmuştum. Böyleyken böyle.
hayalkahvem, hayat dediğin gibi bizi cezbetmeye,esir almaya çalışan bir çok uyarıcı ile dolu. bunların olması çok doğal.önemli olan bence bunları algılayışımız, anlamlandırmalarımız..onların bizi ele geçirmemelerini sağlamak. bu nasıl mı olur. kendimizi tanımaya çalışarak. dediğin filmi hala seyredemedm :((
YanıtlaSildün gece seyrettim :)
YanıtlaSil