Bu fotoğraftaki güzel, ünlü aktrist Jean Seberg. Bu yazıyı yazarken beni ilgilendiren ne farklı güzelliği, ne de giysileri ve kısacık saçlarıyla yaşadığı dönemin modacılarıyla birlikte, FBI’ın bile dikkatini celbeden aykırı bir karakter olması değil. Jean Paul Belmondo’nun o meşhur filmi Serseri Aşıklar’daki gazeteci kadın olması hiç değil. Sık sık intihara teşebbüs etmesi ilgimi çekmiş olabilir ama, intihara yatkın hali de bu yazımın konusu değil. Hatta sonunda arabasında, yanında bir kutu uyku ilacıyla ölü bulunmasıyla bu kez hiç mi hiç ilgilenmedim. Çok denemiş intihar etmeyi, demek ki sonunda istediğini elde etmiş, dedim.
Yazık çok genç ve güzelmiş demeyi de ihmal etmedim tabi. Kendini yok eden bir yıldız örneği daha. Başka ne diyebilirim? Sinema dünyasında bunun pek çok örneği yok mu? Dolu. Yooo.. Şimdi intihar eden artistlere hiç girmeyeyim. Benim anlatmak istediğim konu başka. Tabi ki bir kitap ve bir yazar. Jean Seberg’le ne ilgisi mi var? Olmaz olur mu? Bak şimdi…
Bu hafta kitaplığımda eski bir kitabıma rastladım. Elime hasretle aldım. Sayfalarını ayaküstü şöyle bir dalgalandırdım. Allahım… Cümlelerinin altını ne kadar çok çizmişim. Kitabın adı Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı. Can yayınlarından çıkmış. Bendeki kitabın 2. baskısı. Alev Er Fransızca aslından Türkçe'ye çevirmiş. İşte şimdi geliyorum sadede. Kitabın yazarı yaşamındaki iniş çıkışları, kara mizaha yatkın mükemmel zekasıyla her daim ilgimi çeken Romain Gary. Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı, bildiğim en iyi otobiyografik romanlardan biridir. 2. dünya savaşı zamanları. Küçük bir çocukla, ona delicesine bağlı olan annesinin öyküsüdür. Annesi oğluna karşı o denli sevgisiyle donanmıştır ki, hayat daha çocukluğunun şafağında, küçük çocuğa, bazı şeyler üzerine yemin ettirecek ve belki ilerleyen zamanlarda bu yemini tutamadığını görecektir. Sonunda hiçbir şeyi umursamayan, hiçbir şeyden tat almayan bir adam durumuna geliverecektir belki. Belki bir yandan eli kolu bağlanacak, öte yandan büyük bir vicdan azabına kapılacaktır. Sonra sokağa atılmış bir köpek yavrusu gibi, gidip annesinin mezarına kapanacaktır belki. " Bir daha yapmayacağım, bir daha asla yapmayacağım, kesinlikle bir daha yapmayacağım…" diyecektir belki kimbilir? Aslında Romain Gary yazılarında‘Annesinin anlattığı masallara bunca yılın ardından bağlı kalabilmiş, yeryüzündeki az bulunur insanlardan biri herhalde benim.’ der. Sonra gerçeği anlar. Bu gencecik özlemin yalnızca ona, annesine yönelik olmadığını anlar düşündükçe… Uğrunda yemin ettiği, gerçekleştirmek için söz verdiği şey, sevdiği tek bir kadının talihini değil, tüm bir insanlığın alın yazısını değiştirmeye çalışmaktır aslında. "Onu yengi dolu bir ışıltıya ulaştırmaktır." der.
Gelelim güzel aktrist Jean
Seberg ile dünya edebiyatının ünlü yazarı Romain Gary ya da takma ismi
ile Emile Ajar'ın ilgisine. 1914 doğumlu Fransız yazar, yönetmen,
senarist, 2. dünya savaşı pilotu, diplomat ve Fransa'da her yazara
ancak bir kez verilen Goncourt Edebiyat Ödülü'nü bir kez kendi adıyla,
bir kez de takma adıyla alan Romain Gary, kendisinden 24 yaş küçük
aktrist Jean Seberg ile evlenir. Bu evliliklerinden bir oğulları olur.
Karısının başka bir adamla ilişkisi olunca ayrılırlar. Jean
Seberg'in 1979 yılındaki şüpheli intiharından bir yıl sonra 1980
yılında, ünlü yazar Paris'te kendisini tabancayla vurarark intihar
eder. Geride bıraktığı mektubunda hem Emile Ajar'ın kendisinin takma
adı olduğunu açıklar. Hem de mektubun son iki cümlesi çok ses
getirecektir: "Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın."
Bazı kitapları hemen okumak mümkün olmaz. Biraz masada durması, şöyle bir demlenmesi gereklidir. Arada ele almalı. Sayfaları şöyle bir dalgalandırılmalı. Tekrar yerine bırakılmalı. Gelip geçerken göz ucuyla bakılmalı. Bir sonraki ele almada, belki bir kaç cümlesi okunmalı. Karşılıklı alışmalı. Her kitapla arkadaşlık kolay kurulmaz. Bir kurulunca da, asla unutulmaz. Hele masadaki kitap Avrupa'da, biri yazar-şair Ingeborg Bachmann ile diğeri şair Paul Celan'ın birbirlerine yazdıkları mektuplarla, aralarındaki sevgiyi, dostluğu, med cezirli bir ilişkiyi anlatıyorsa... Evet, İnsan çok hüzünlenir hüzünlenmesine ama okumadan durabilir mi? Kitap... Kalp Zamanı... Özel mektuplar... Bilmiyorum ki! Merak ediyorum ne yapayım yani...
Paul Celan 1920 de Romanya'da doğmuş. Almanca konuşan Yahudi bir ailenin çocuğuymuş. Tıp eğitimi için Paris'e gitmiş. 2. Dünya Savaşı çıkınca ailesini bulmak için Romanya'ya dönmüş. Ailesini bulamamış. Çünkü babası nazi toplama kampında ölmüş. Annesi kurşuna dizilmiş. Kendisi de, Alman askerler tarafından tutuklanmış ve krematoryumda çalıştırılmış. Kurtulduktan sonra bulduğu her işde çalışmış. Çevirmenlik yapmaya başlamış. Savaş sonrası şiirleri ile ünlenmiş. Ama geçmişinden bir türlü kurtulamamış. Yahudi olduğu için kendini dışlanmış hissetmiş. İntihal iftiraları ile suçlanmış. Kendini yanlız ve desteksiz hissetmiş.
Ingeborg Bachmann, 1926 yılında doğmuş. Felsefe, Psikoloji ve Alman Flolojisi okumuş. Eğitimini bitirmiş. Artık ayakları üzerinde duran yazar, şair, akademisyen, dünya Edebiyatı'nın en ünlü Avusturyalı yazarlarlarından biri olmuş. Ben yazarın tek kitabını okumuştum. Malina. Malina'yı da, uzun zamandan sonra, geçen hafta kır evinin en ücra köşesinde buldum. Yapayalnız. Açtım sayfalarını. O kadar çok çizmişim ki cümlelerinin altını. Paul Celan ile olan aşkını daha yeni öğrendim. Mektuplaştığını. İkilinin Turkuvaz Yayıncılıktan çıkan bu kitapta su ve ateş olarak buluştuğunu...
1948'in baharında, savaş sonrası Viyana'sında, öğrenci Ingeborg Bachmann ile şair Paul Celan tanışmışlar. Paul Celan'ın Paris'e dönmesiyle mektuplaşmaya başlamışlar. İlişkileri boyunca birkaç haftayla sınırlı olan görüşmeleri, telefon görüşmeleri ile gelişmiş. Arada suskunlar, sessizlikler olmuş. Sevgi, dostlukla örülü med cezirli ilişkileri; asıl oya gibi işlenen mektuplarıyla 1967'e kadar sürmüş. İşte yıllar sonra kitap haline getirilen bu mektuplar, Kalp Zamanı olarak adlandırılarak, İlknur Özdemir tarafından Türkçeye çevrilmiş. "Hüzün ki en çok yakışan bize." der ya Hilmi Yavuz... Şair affetsin beni. Nerden duyduysam duydum işte... Bu dizesini "Hüzün ve merak ki en çok yakışandır bize," şeklinde söylemek bana daima iyi gelir. Hem özel yazışmaları okumak suçluluk hissettiriyor hem de merak duygusu içimi kemiriyor. Anlaşılacağı gibi, kitapla benim aramda da med cezirli bir ilişki var. Asıl vurucu olan ne biliyor musun? Önce aşkla başlayan, yıllar içinde mektuplaşarak hüzünlü bir dostluğa dönüşen bu ikilinin sonları inanılmaz trajik. Paul Celan 1970 baharında Senn Nehrine atlayıp intihar etmiş. İngeborg Bahmann ise bu olaydan üç yıl sonra 1973 de Roma'daki evinde çıkan bir yangın sonucunda yanarak hayata veda etmiş. Ölümlerinin sebebi, birinde su diğerinde ise ateş. Trajik ve bir o kadar da ironik. Film değil bu anlatılanlar. Gerçek hayatlar! Söyler misin bu iki yazarın, kendi hayatları da başlı başına birer roman ya da film konusu değil mi? Hayrete düşürücü.... Ölene kadar birbirlerine yazdıkları aşk, dostluk ve özlem dolu mektuplar, fotoğraflar, şiirler ise onlardan kalan edebi eserler işte. Mektuplar... Ki en özel yazışmalar... Aynı zamanda savaş sonrası Avrupası'nın kelimelerle çizilen resmi... Mektup... Kitap... Merak... Evet, merak ediyorum. Madem bu mektuplar kitap haline getirilmiş, ne yapabilirim ki başka? İlla okuyacağım...
Bazı kitapları hemen okumak mümkün olmaz. Biraz masada durması, şöyle bir demlenmesi gereklidir. Arada ele almalı. Sayfaları şöyle bir dalgalandırılmalı. Tekrar yerine bırakılmalı. Gelip geçerken göz ucuyla bakılmalı. Bir sonraki ele almada, belki bir kaç cümlesi okunmalı. Karşılıklı alışmalı. Her kitapla arkadaşlık kolay kurulmaz. Bir kurulunca da, asla unutulmaz. Hele masadaki kitap Avrupa'da, biri yazar-şair Ingeborg Bachmann ile diğeri şair Paul Celan'ın birbirlerine yazdıkları mektuplarla, aralarındaki sevgiyi, dostluğu, med cezirli bir ilişkiyi anlatıyorsa... Evet, İnsan çok hüzünlenir hüzünlenmesine ama okumadan durabilir mi? Kitap... Kalp Zamanı... Özel mektuplar... Bilmiyorum ki! Merak ediyorum ne yapayım yani...
Paul Celan 1920 de Romanya'da doğmuş. Almanca konuşan Yahudi bir ailenin çocuğuymuş. Tıp eğitimi için Paris'e gitmiş. 2. Dünya Savaşı çıkınca ailesini bulmak için Romanya'ya dönmüş. Ailesini bulamamış. Çünkü babası nazi toplama kampında ölmüş. Annesi kurşuna dizilmiş. Kendisi de, Alman askerler tarafından tutuklanmış ve krematoryumda çalıştırılmış. Kurtulduktan sonra bulduğu her işde çalışmış. Çevirmenlik yapmaya başlamış. Savaş sonrası şiirleri ile ünlenmiş. Ama geçmişinden bir türlü kurtulamamış. Yahudi olduğu için kendini dışlanmış hissetmiş. İntihal iftiraları ile suçlanmış. Kendini yanlız ve desteksiz hissetmiş.
Ingeborg Bachmann, 1926 yılında doğmuş. Felsefe, Psikoloji ve Alman Flolojisi okumuş. Eğitimini bitirmiş. Artık ayakları üzerinde duran yazar, şair, akademisyen, dünya Edebiyatı'nın en ünlü Avusturyalı yazarlarlarından biri olmuş. Ben yazarın tek kitabını okumuştum. Malina. Malina'yı da, uzun zamandan sonra, geçen hafta kır evinin en ücra köşesinde buldum. Yapayalnız. Açtım sayfalarını. O kadar çok çizmişim ki cümlelerinin altını. Paul Celan ile olan aşkını daha yeni öğrendim. Mektuplaştığını. İkilinin Turkuvaz Yayıncılıktan çıkan bu kitapta su ve ateş olarak buluştuğunu...
1948'in baharında, savaş sonrası Viyana'sında, öğrenci Ingeborg Bachmann ile şair Paul Celan tanışmışlar. Paul Celan'ın Paris'e dönmesiyle mektuplaşmaya başlamışlar. İlişkileri boyunca birkaç haftayla sınırlı olan görüşmeleri, telefon görüşmeleri ile gelişmiş. Arada suskunlar, sessizlikler olmuş. Sevgi, dostlukla örülü med cezirli ilişkileri; asıl oya gibi işlenen mektuplarıyla 1967'e kadar sürmüş. İşte yıllar sonra kitap haline getirilen bu mektuplar, Kalp Zamanı olarak adlandırılarak, İlknur Özdemir tarafından Türkçeye çevrilmiş. "Hüzün ki en çok yakışan bize." der ya Hilmi Yavuz... Şair affetsin beni. Nerden duyduysam duydum işte... Bu dizesini "Hüzün ve merak ki en çok yakışandır bize," şeklinde söylemek bana daima iyi gelir. Hem özel yazışmaları okumak suçluluk hissettiriyor hem de merak duygusu içimi kemiriyor. Anlaşılacağı gibi, kitapla benim aramda da med cezirli bir ilişki var. Asıl vurucu olan ne biliyor musun? Önce aşkla başlayan, yıllar içinde mektuplaşarak hüzünlü bir dostluğa dönüşen bu ikilinin sonları inanılmaz trajik. Paul Celan 1970 baharında Senn Nehrine atlayıp intihar etmiş. İngeborg Bahmann ise bu olaydan üç yıl sonra 1973 de Roma'daki evinde çıkan bir yangın sonucunda yanarak hayata veda etmiş. Ölümlerinin sebebi, birinde su diğerinde ise ateş. Trajik ve bir o kadar da ironik. Film değil bu anlatılanlar. Gerçek hayatlar! Söyler misin bu iki yazarın, kendi hayatları da başlı başına birer roman ya da film konusu değil mi? Hayrete düşürücü.... Ölene kadar birbirlerine yazdıkları aşk, dostluk ve özlem dolu mektuplar, fotoğraflar, şiirler ise onlardan kalan edebi eserler işte. Mektuplar... Ki en özel yazışmalar... Aynı zamanda savaş sonrası Avrupası'nın kelimelerle çizilen resmi... Mektup... Kitap... Merak... Evet, merak ediyorum. Madem bu mektuplar kitap haline getirilmiş, ne yapabilirim ki başka? İlla okuyacağım...
Çok etkileyici ve üzücü sonlar :(
YanıtlaSilBu hafta kaç kere ne okuyayım ben diye kitaplığım önünde uzun uzun durdum. ''Onca Yoksulluk Varken'' tüm hayatım boyunca okuduğum en güzel kitaplardan biriydi... Sanırım sıra kitaplıkta öylece beni bekleyen ''Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı''ya gelmiş. Zamanı sanki şimdiymiş:)
YanıtlaSilonca yoksulluk varken..
YanıtlaSilÖlüm bi şekilde var Pamuk Prenses:)
YanıtlaSilNasıl doğacağımızı bilmedik, nasıl öleceğini kim bilebilir? Sevgiler.
Özlem şahane bir kitaptır. Okumalı sahiden:)
YanıtlaSilDnzc, bazan oluyor böyle şeyler. Olunca da hikayesi oluyor öyle değil mi? Kaç ölümlünün ölümü, yazı konusu olabilir ki? Böyle işte. Film gibi:)
YanıtlaSilBu yazıyı çok beğendim,çok etkileyici
YanıtlaSil