Dün bizim
ofis için, haftanın son çalışma günüydü ya… Yani cuma… Üzerine afiyet, bütün
gün üzerimde nasıl tembellik, nasıl miskinlik vardı anlatamam. Aslında biliyorum
son günlerde hüzün katsayım anormal seyrediyordu. Melankoli ibrem tavandaydı. Gece ancak sabaha karşı uykuyu yakalayınca, neredeyse akşam üzeri uyandım. Bırak kahvaltı
yapmayı, elimi yüzümü bile yıkamadım. Ne bulduysam üzerime geçirdim.
Uyuşuk adımlarla arabama kadar zorlanarak yürüdüm. Kağnı arabası
sürüyormuşcasına... Birinci viteste puflata
puflata arabamı sürdüm. Apartmanın önündeki boş alana arabamı öylecene
bıraktım. Adımlarımı yerde kaydıra kaydıra ofisin merdivenlerini tırmandım.
Ağzımı açmadım. Kafamı kaldırıp kimseye dönüp bakmadım. Odama girdiğimde
iyice bitik durumdaydım. Kendimi boş bir sepetmiş gibi koltuğuma
bıraktım. Kolumu kaldırıpta parmağımın ucuyla bilgisayarımın
tuşuna basıp açmadım. Sanki bana ait değillermiş, belki emanetlermiş
gibi… Ya da ne bileyim? Bünyemde nafile yer işgal ediyorlarmışta
fırlatıp atmam gerekiyormuş gibi… Kollarımı koltuğun iki yanından aşağıya
doğru bıraktım. Karşımdaki tablonun aynasında bir an kendime baktım.
Tuhaftım! Nato mermer nato duvar... Yüzümde ne bir düşünce izi… Ne de bir canlılık belirtisi! Pes vallahi! Atabilsem kendimi odamdaki üçlü koltuğa atacak,
sonsuza kadar öyylece uzanıp kalacaktım. Anadolu’da anlatılan bir tekke hikayesi
aklıma geldi. Bu tekkedeki dervişler, hiçbir iş yapmazlarmış. İyiliksever
insanların yardımlarıyla yetinerek yaşarlarmış. Bir gün tekkede yangın
çıkmış. Dervişlerin kılı gene kıpırdamamış. Alevler iyice büyüyüp yangın
yanlarına doğru yayılmaya başlayınca, müridlerden biri eğer kalkmazlarsa
tutuşacaklarını söylemeye kalkışmış. Dervişlerin şeyhi “acele etmeyin, şu
yanımızdaki iki tahta da yansın, öyle kalkarız” demiş. Eğer benim halimi
görseler, sorgu sual eylemeden beni o tekkenin “baş miskini” tayin ederlerdi.
Kesin! Hareket etmek, insanlarla yüz yüze gelmek, ses işitmek, laf söylemek
içimden gelmiyordu. Bir an masamın üzerindeki kitaplara gözüm değdi. O
kitapları yazanlar... Çoğu yaşamıyordu şimdi. Onca vakit, onca yazı için
uğraşmak. Sonunda ölüm varsa. Haybeye harcanan zaman gibi geldi. Matematik,
iktisat için didinenler… Ne işe yarayamıştı ki? Zengin yiyor, yoksul acından
ölüyor… Değişen bir şey var mı? Yok! Hep aynı. Tarih sözgelimi… Binlerce kitaba
göz nurlarını dökmüşler… İnsanlığın ne kadar zavallı olduğunu yazmıyorlar mı
hepsi? Savaşlar… Anlaşmalar… Yine… Yeni… Yeniden… Savaş… Tarih yazmışlar
da kime faydası dokunmuş peki? Dört bir yan cenkte! Faydası olsa dünyada
savaş biterdi. Aşk mezusuna hele hiiç mi hiç girmeyeyim. Şiirlerin hepiciği
uydurma! Evet, evet... Bütün kitaplar palavra! Kitapları atmalı mı yoksa yakmalı mı? Niye dursunlar ki boşu boşuna! Tüm bu düşünceler aklımın kıvrımlarında gezinirken uyuyup
kalmışım… Uyandım ki, o ne? Gece yarısı olmuş. Yerimden kalktım. Perdeyi açıp aya baktım. Gökyüzünde dehşet bir
dolunay vardı. Dolunayın parlak ışığı gözümden yüreğime değdi. Akabinde
birdenbire damarlarımdaki kan tepemden tırnağıma hızla gezindi. Kendimde bir tuhaflık hissettim. Doğruldum. Pencerenin aksindeki görüntüme baktım.
Gözbebeklerimdeki kırmızı parıltıyı fark edince muzurca gülümsedim.
Gülümseyince vampir dişlerim göründü tabii. Tamam. Zaten bütün gün dinlenmiştim. Önce pencereyi, sonra pelerinimin kanatlarını
açtım. Sivri dişlerimi alt dişlerimde bileyleyerek, hedefime ulaştım!
aa bilmiyordum..sivri dişler alt dişlerle mi bileniyormuş.. bilmiyordum .. denedim oldu . Biraz gırç gırç etti ama olsun.
YanıtlaSilTırnaklarını nasıl saklıyorsun??
Sevgili Komşu Vampir, normalde tırnaklarım yok aynen sivri vampir dişlerim olmadığı gibi:)
YanıtlaSilBen masumum aslında, gökte dolunay olunca, dişlerim sivrildiği gibi, tırnaklarım da uzuyorrr:) gerçekten!