12 Mayıs 2013 Pazar

Efkârlı Günlerimin Gizemli Şehri...

 

2005 senesiydi. Yüreğim ümitsizce aylarca dağlanmış, sonra da sanki hiç ısınmayacak gibi düşündüğüm acı bir üşüme duygusuna terkedilmişti. İki gün de olsa nasıl ihtiyacım vardı biraz uzaklaşmaya… Annemi zalim bir hastalığın pençesinden tüm uğraşmalarımıza rağmen kurtaramamıştık… Ellerimizden kayıp gitmişti… Hakikaten içim hem acıyor hem de üşüyordu. Ne kadar belli etmemeye çabalasam da, bu ruh halim suretime yansıyordu. 

İnsanları acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını düşünenlerden değilim ne yazık ki… Sırtımın sıvazlanması, avutucu sözler garip ve kifayetsiz geliyordu bana… Kendim aşmalıydım bu süreci ve içimde küllendirmeliydim bu acıyı… Zaman her şeyin ilacı olacaktı da zaman geçsin istemiyordum ki… Zamanı durdurmuştum kendimde… Bu gidişatım iyi değildi hissediyordum. Çevremdekilere haksızlık etmemeliydim biliyordum…

Viyana iyi gelecekti bana… Sıcak, hareketli, cıvıl cıvıl insanlarla dolu şehirler değil, soğuk, yağmurlu, gri, kasvetli bir yere ihtiyacım vardı… Ruhumu yansıtan, bir depresyon şehrine.. Belki hayata asılmama yardımcı olabilirdi Tuna kanalı kıyısında yapacağım yürüyüşler…  Viyana'ya gitmeye karar verdim.

Viyana ilk bakışta sakin bir şehir görüntüsü vermişti bana. Koşturma yok… Telaş yok… Panik yok… Sanki şehrin ritmiydi bu… Şehir bir içe kapanma,  muhabbete  gözlerini kapama halindeydi sanki… Tam içinde yaşadığım ruh halinin ritmindeydi. Mozart’ın notaları dolanıyordu şehrin üstünde...  Mozart’ın müziği eşliğinde, Viyana’yla aynı ritimde vals yapabileceğimizi hissetmiştim. Bu şehirle ruhum tam denk düşmüştü.

Şehrin sokaklarında başıboş dolanıyordum. Viyana gizemli ve medeni bir şehir görüntüsü sunmaya devam ediyor, kültürü ve zenginliği ile gözümü kamaştırıyordu… Bir yerde okumuştum. "Viyana’da iki günden fazla kalmayın" diye yazıyordu. Eğer ruhunuzdan hoşnut değilseniz, önce görkemiyle göz boyarken, ardından ruhunuzu ele geçiriyormuş. İki yüzyıldan beri Viyana dünyanın psikoloji ve psikiyatri merkeziymiş. Gugging Hastanesi günümüzün en iyi “Bakırköy”ü olarak bilinmekteymiş. Gerçekten Viyana’nın deli ettiği değerli insan sayısı azımsanmayacak kadar çoktu.  “Freud, Nietzche, Mozart, Beethoven” aklıma geliyordu.  Bunları düşünürken sokaklarda kendi kendine konuşan, dalgın dalgın yürüyen insanları fark ediyordum…

 
Kentte bütün yollar Stephansdom’a çıkıyordu. Haşmetli, gotik ve kapkara haliyle bu katedral, kesinlikle şehrin ruhunu simgeliyordu. Söylentilere göre katedralin mimarı ruhunu şeytana satarak bu binayı yapmış. Kilisenin altında, kara veba sırasında ölmüş insanların gömüldüğü mezarlar varmış. Ne cesaret ne de metanetim vardı bu dehlizleri görmeye… Giremedim… Burası Stephansdom katedralinden adını alan güzelce bir meydandı aynı zamanda. Her köşe bir kafeydi… Kafeler cıvıl cıvıl...  Ama eksik olan bir şey vardı sanki. Demezler mi Viyana için “Ne Paris kadar aşık, ne Roma kadar tarihi, ne Prag kadar görkemli, ne de İstanbul kadar gizemli “ diye … Hakveriyordum bu söze… Ya da gözlerim gene yüreğim gibi görmek istiyordu.

Yorgundum… Viyana kahve ve pasta demekti ya, aynı zamanda… O yağmurlu sonbahar gününde, Viyana’nın her köşesinde mevcut olan kafelerden birine dalıyordum… Söylentilere göre Viyana kuşatmasından sonra Türklerden kalan torbalar dolusu kahveyi bir Polonyalı bulmuş ve sonra da bunları satmak için bir kafe açmış… Böyle başlamış kahve ile Viyana’nın ilk tanışma hikayesi… Kendime sıcak bir melange söyleyip önce sokağı seyre koyuluyordum. Viyana önümden akıp geçiyordu... Sonra kitabımı açıyordum.


Her seyahatimde yanımda mutlaka kitaplarım olur. Bu kez bana arkadaşlık eden Orhan Pamuk’un Kara Kitap'ıydı… Romanın baş döndürücü, uzun, mistik cümleleriyle,  Viyana’nın barok mimarisi bu kadar mı denk düşer diye düşünüyordum… İkisi de ne kadar karanlık… İkisi de ne kadar gizemli! Haliçteki hazineler, yeraltı dehlizleri, görev için yola düşen cellatlar, tebdil-i kıyafetler, her yüzün ardında başka birini görmek, küçük yaşta evlendirilen zavallı prenseslerin hikayeleri, büyülü kentlere yolculuk, neler yoktu ki Kara Kitap'ta...  Ya Viyana... Veba salgınıyla, Yahudi katliamıyla ya da savaşlarda ölen insanlar… Habsburg Saraylarında gördüğüm o ihtişamlı yaşantıya karşın Kraliçe Elizabeth (Sisi) nin oğlu Rudolf’un, Mayerling de intihar etmesi…  Marie Antoinette'in  (Hani halkı için ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler diyen Fransa Kraliçesi) giyotinle idam edilmesi... Sisi'nin bir suikast sonucu ölmesi...  Orhan Pamuk İstanbul’un gizemini anlatıyordu...  Viyana ise kendi karanlık geçmişini… Hanedanın yaşadığı görkemli salonları geziyordum… O ne ihtişam. Ne şaşaa!  Kara Kitap’ta Galip’in peşini bırakmayan gölge gibi sanki Sisi’nin gölgesi de peşimi bırakmıyor gibi geliyordu bana… Viyanalılar her şeye Sisi’yi resmetmişler. Her yerde karşıma çıkıyordu.

Viyana’da kitapçılar muhteşemdi. Kahve kokusu kadar kitap kokusunu da çok seviyorum.. Orhan Pamuk’un Almanca’ya çevrilmiş kitaplarını kokluyorum fırından yeni çıkmış memleketim ekmekleri gibi… İndirime girmiş 1960, 1970 1980,1990 yıllarını anlatan İngilizce dört kitap alıyorum nasıl taşıyacağımı düşünmeden gene..  Kendi kendime “Daha iyisin " diyorum. Uçaktan son kez şehre bakıyorum.

Hoşça kal Viyana ! Efkârlı günlerimin gizemli şehri…

4 yorum:

  1. 2005.. acınız hala taze bence :(
    viyananın havasını, griliğini ben de çok sevdim belki karamsar yapımı beslediği için.kitap desen tam seçilmiş sanki, çivi çiviyi söker misali. Allah rahmet eylesin :(

    YanıtlaSil
  2. yazı harika olmuş özellikle viyana hakkında hiçbirşey bilmeyen benim için çok faydalı ve harika bir yazı

    YanıtlaSil
  3. Faydalı olduysam ne mutlu canıma,
    asayra kurt:) Sağolun.

    YanıtlaSil