Mutluluk Ve Anılar
Niye bilmiyorum? Az önce aklıma vişne geldi. Evet, vişne… İyi ama neden vişne aklıma gelince, dilimin değil yüreğimin kamaştığını hissettim? Sanırım annemi düşündüm. Annem şahane vişne reçeli yapardı. Ben... Mutfakta... Annemin vişne reçeli yapışını mutlulukla izlerdim. Beyaz bir elbise giyerdi. Kestane rengi saçlarını omuzlarının üzerine dökerdi. Arada tek elinin tersini ensesine sokar, önüne düşen saçlarını arkaya doğru iterdi. Allahım, nasıl da güzeldi. Masallardaki peri kızları böyle olmalı derdim. Oturduğum yerde yanaklarımı avuçlar, dirseklerimi masaya dayardım. Büyük bir hayranlıkla annemin vişne reçeli pişirmesini seyrederdim. Annemin mutfaktaki küçük radyosu hep açık olurdu. Radyodan dokunaklı bir tango sesi gelirdi. Annem akan suyun altında vişneleri teker teker yıkarken, melodinin peşi sıra şarkıya eşlik ederdi. Çok küçüktüm. Nereye otursam ayağım yere değmezdi. Sandalyenin boşluğunda sarkan ayaklarım müziğin ritminde kendiliğinden ileri geri giderdi. Akan suyun şırıltısı, radyodan gelen içli şarkı, annemin huzurlu mırıltısıyla iç içe geçerdi. Beni bu sesler sarhoş ederdi. Başım dönerdi önce. Sonra mutfak dönerdi. Sonra her eşya olduğu yerde ayrı ayrı dönerdi. Büyülenirdim. Annemin susmasını hiç istemezdim. Çıt çıkarmadan sessizce izlerdim. Tam o anda… Tam o anda işte… Annem usulca başını bana doğru çevirir… Gülüverirdi. Allahım, onun gibi güzel olmayı ne çok isterdim! Tüm şefkatiyle gözlerimin içine bakar “Tatlı kız. Sen ne uslu şeysin öyle!” derdi. Çocukluk işte… Yüreğim hemen kabarır, sevinçle pır pır ederdi. Ben söz dinlerdim. Hemen karşılık verir ben de ona gülerdim. Acaba gülüşüm anneme benzer miydi? Dayanamaz elindeki vişnelerden birini ağzıma atıverirdi. Komik mimiklerle yüzümü ekşitirdim. “Şımarık kız gene abartıyorsun” derdi. Ama şakalarıma hep çok gülerdi. O gülünce yüreğim havalanırdı her seferinde... Ben de gülerdim. Gülerdik birlikte… Vişne aklıma gelince, dilimin değil yüreğimin neden kamaştığını şimdi anladım. Annem cennette vişne reçeli yapıyordu belki… Mutluluğu nerelerde aramalıyız diye sorarlar ya hani... Galiba mutluluk anılarımızın içinde gizli.
Mutluluk Ve Sinema
Bugün
yolum düşünce çok küçükken yaşadığım mahalleye, bir zamanlar oturduğumuz eve
doğru yürüdüm. Apartman aynen duruyordu. Yerinde olmayan sinema… Oğuz Bahçe
Sineması. Sinema yıllardır yoktu yerinde. Her güzel şeyin sonu vardır diye,
yıkmışlardı geçmiş zaman günlerinden birinde… Radyonun gözde olduğu bir dönemdi
benim çocukluğum. Kulak kesiyorduk her sese, radyoya, teybe… Düşünebiliyor
musun? Çocukluğumda, taşınmak ne büyük bir kıyaktı bana, sinema bahçesine
çıkıntısı olan bir eve! Çünkü balkon adeta bir locaydı. Her gece film
seyrederdim. Ah bir bilsen, nasıl sabırsızlanır, yaz mevsiminin gelmesini
beklerdim! Demek ki o zamanlar, yaz günlerinin kıymetini bildiğim dönemdeydim.
Sanıyorum güneşi gene pek sevmezdim. Çünkü güneşin dağların arkasına gitmesini,
havanın kararmasını dört gözle beklerdim. Of! Günler ne uzun olurdu! Güneş bir
türlü uyumaya gitmezdi. Vakit geçmek bilmezdi. Ne zaman ki gün döner akşam
olurdu, heyecandan adeta kalbim dururdu. Hep gece olsun, zaman dursun isterdim.
Sonra da sandalyeler boş kalmasın, sinemanın tüm biletleri satılsın diye dua
ederdim. Eğer bilet satılmazsa, film oynatılmazdı. Of! Ne fenaydı!... Bazen
yağmur yağdığı akşamlar sinema hiç açılmazdı. İçimi çeke çeke ah ne ağlardım!..
Çocuktum… Her şey istediğim gibi olsun isterdim. Olmazdı. Ben de ağlardım…
Bazen filmin ortasında bir yerde yağmur yağmaya başlardı birden… Hani ahmak
ıslatan cinsten…Kaçışırdı insanlar… Şaşardım. Yağmurda ıslanmayı çocukluktan
beri sevdim. Neden kaçıyorlar, yağmur altında seyretmiyorlardı ki film? Hava
zaten sıcaktı. Yağmur altında film seyretmek, şahane olmaz mıydı? Olurdu elbette!
Küçüktüm... Bu duruma anlam veremezdim… Onlar koşuştururken, ben olduğum yerde
bir film sahnesi gibi donar kalırdım öyle... Annem beni fark eder “haydi
yatağa!” derdi. Derinden bakınca gözlerime… Dökülen yaşları görmesin diye,
başımı yere eğerdim… İçimi çeke çeke yatmaya giderdim.
Ama
eğer o gece sinemada... Eğer biletler satılmışsa … Eğer o gece gökyüzü
yıldızlarla doluysa... Hele göyüzünde bembeyaz bir mehtap varsa... Ah! Eğer o
gece yağmur yağmamışsa... Film oynarken yağmazsa ya da… Eğer film kesintisiz
oynamışsa o gece… Hani bilirsin ya, tastamam... Bütünüyle... Ah! Şu dünyanın en
güçlü, en zengin kişisi ben olurdum! Hayat bayram olurdu… Mutluluk buydu işte!
Mutlu olurdum!
Mutluluk Ve Çay Ve Simit
Geçen
sene İstanbul Film Festivali sebebiyle, iki hafta süren festival süresince,
dört gün bizim köyden İstanbul'a gittim. Günde üç filmden toplam oniki film
seyrettim. Film biletleri normal zamanlardan ucuz olsa bile, on iki film olunca
ehh epeyce bir yekûn tutmuştu. Dört günlük yol masraflarımı üzerine
ekleyince... Festival için kendime bir bütçe ayırmıştım. Hakveririsin ki bu
durumda yeme içme faslında idare etmeye gayret ettim. İstiklal Caddesinin hemen
girişinde, heykelin olduğu yerde, hani Fransız Konsolosluğu'na doğru
inerken, önünde arabasıyla duran bir simitçi vardır, bilmem farkında
mısın? İşte her Beyoğlu'na gittiğimde o simitçiden iki simit alıp
çantamam atıyordum. Bir şey itiraf edeyim mi? Bana... "Hayatta sana
haz veren neler vardır?" diye bir soru soracak olsan, inan benim
için simit yemek en baş sıralarda gelir. Simit yemek o kadar mutlu eder
ki beni anlatamam. Ya sinema? Ya İstanbul? Düşünsene.
İstanbul'dayım. Hem de başkalarını bilmem ama benim için buram buram tarih
kokan İstiklal Caddesi'ndeyim. Sinemaya giriyorum. Hey! Film festivalindeyim
üstelik... Sinema çıkışında iki film arasında az zamanım oluyor. Allahım! Nisan
yağmuru nasıl da çisil çisil yağıyor! Ben çocukluğumda olduğu gibi
ayaklarım ıslanacak diye hiç korkmadan, cup cup sulara basa basa bir
sinemadan diğerine koşturuyorum. Film çıkışında acıkıyorum tabii. Midem
filmin başlayacağını haber verircesine "fena halde açım!" diye zırıl
zırıl çalıyor. Hemen Beyoğlu'nun ara sokaklarına dalıyorum. Salaş tahta masalı
sandalyeli bir yer bulup telaşla oturuyorum. "Usta bir şekersiz çay,
benim ki demli olsun lütfen.." diye sesleniyorum.. Kız belli bardakta
çayım geliyor. Bir avucumla kavrıyorum bardağı. Tabağına asla koymuyorum.
Düşünsene diğer elimde simit. Hımm... Her ikisini ayrı ayrı
kokluyorum. Çayın ve simidin kokusu her defasında aklımı
alıyor... Sonra önce çaydan bir yudum içiyorum. Immmh, nefis... Sonra bir parça
simitten koparıp yiyiyorum... Immmh, leziz... Mutluluk nedir ki? O
anda "Şu dünyanın en zengin, en güçlü, en mutlu kişisi kimdir?"
diye bana sorsan... İnan başım yukarda "Benim!" derdim.
Hani bazan sorarlar ya "Mutluluk nedir?" diye... Mutluluk aynen
böyle bir şey işte.
Mutluluk Ve İçmek
Bugün
günlerden Cuma ya… Bizim ofisin son çalışma günü… Yılın son ayları işim açısından en debdebeli aylar. Bu hafta kâh ofiste
kâh arazide nasıl işim vardı anlatamam. Of ki of yani… Az sonra masamı toplayıp gene dışarıya çıkmalıyım. İyi
ama...
Ah, bitmişim ben… Aaaaahhh düşünmekten… Yorgunum ahhh… Ha babam de babam
çalışmaktan…Kolumu kaldıracak enerjim kalmamış. Ne fena!.. Öyle kukumav
kuşu misali halsiz oturuyorum. Ah! Bir
mucize olsa keşke… Beni kendime getirebilse…. Yok bak, mucizelere
inanırım gerçeğinde… Ama bugün var ya mucizelere inanmak için bile
takatım
yok anlatabiliyor muyum? Yooo… Şu bitik vaziyetimle mucize filan
bekleyemem. Tam bu bünyeyle blog yazılarıma göz
gezdiriyordum ki yukarıdaki videoya denk geldim iyi mi? Heyy! Bu müzik
var ya
bu müzik... Ne vakit dinlesem, anında aklımı başımdan alır benim...
İşte... Aklımın iplerini saldım
gene… Durur muyum? Müziğin sesini sonuna kadar açtım. İnan bana...
Hemen yerimden zıpladım. Ofisteki kızların şaşkın bakışlarına
aldırmadım. Mutfağa daldım. Raftan en renkli kadehi
seçtim. Buzdolabının kapısını açtım. Düşündüğüm şişeyi çıkardım. İşaret
parmağımı sihir yapar gibi şişenin kapağına bastırdım. Şişeye eğilerek,
"Okus pokus!"
diye usulca fısıldadım. Hooop! Elimdeki şişeyle kendi etrafımda üçyüz
atmış derece
döndüm. Şişeyi bir seferde tık diye açtım. Kapağını açtığım gibi
omuzumun üzerinden arkaya fırlattım.
Şişedeki içeceği yüksekten lıkır lıkır kadehe boşalttım. Heyy! Sihir
etkisini gösterdi. Fooooşşşş! Köpürdü... Bardaktan taştı. Aldırmadım.
Muzipçe gülümsedim. Becerikli işaret parmağımı burnumun ucuna getirdim.
İşaret parmağıma, hedefi on ikiden vurmuş tabanca namlusu niyetiyle
üfledim. Elimdeki
kadehle bu eşsiz müziğin ritminde iki ileri bir geri dans ederek
çalışma odama geçtim. Koltuğuma oturdum. Arkama yaslandım. Renkli
kadehteki gazozu, tadına vara vara, hımmlaya hımmlaya, yudum yudum
içtim. Yüreğimin yorgunluğu gitti
yeminle.. Ohh!.. Kendime geldim!... Görüyor musun, mucize
gerçekleşmişti işte. Bazan mutluluk nedir diye soruyorlar ya… Şimdi
yüreğimi dinledim. Mutluluk sevdiğin müzik eşliğinde, bir kadeh gazoz
içmekti… Başka ne olabilir ki? Mutluluk buydu işte.
Mutluluk Ve Tokluk
Dün
İstanbul'da günüm pek verimli geçmedi ne yalan söyleyeyim... Artık gizlimiz
saklımız yok ki seninle, neyi gizleyeyim? Sabah erken çıkmıştım evden. Kahvaltı
yapmamıştım. Sadece bir bardak portakal suyu içmiştim. Yaptığım görüşmeden
sonra canım o kadar sıkılmıştı ki yemeği aklımın ucundan bile geçirmemiştim.
Alışıktım aslında... Kendilerine insan diyen fakat insanlıktan nasibini almamış
bazı yaratıklardan her an her şey beklenirdi nasılsa. Yapmışlardı yapacaklarını
işte. Bütün emeklerimi heba etmişlerdi gene. Bunu farkettiğim anda toplantıya
nasıl dayandığımı bir Allah biliyor bir ben. Bir ara yaslandım arkama...
İçimden ama içimin dayanabildiği en yüksek sesle "toplantı bir an önce
bitse," diye dua ettim. Çene balatalarım talimliydi esasında... Böyle
münasebetsizlik yapanlara öyle bir girşirdim ki girişmesine, nedense
anlayamadığım bir hanımlık çökmüştü üstüme. İyi huylu hanım olma hususunda
yıllardır hiç bu kadar ileri gitmemiştim. Biraz daha sabır edersem sonu kabirde
biteceğini anladığım anda çiviye oturmuşcasına fırladım sandalyemden. Yüksek
müsaadeleriyle ayrılmak için izin istedim. Bu ben miydim Allahaşkına? Halen
hangi nezaketin derdindeydim? Neden hem yaptıkları densizliği hem de kendi
suratlarına benzeyen koca kapılarını çarpıp çıkmamıştım ki dışarıya... Bu neyin
kibarlığıydı? Olsa olsa kibarlık budalalığı olabilirdi anca. Toplantıdan çıkıp
da serin ilkbahar rüzgarını suratıma şamar gibi yiyince kızgınlığım iyice
arttı. O sinirle arabama bindim. Hışımla araba kullanmaya başladım. En
kısa yoldan otobana daldım. Müziği açtım. Asabım çok bozuktu. Biliyordum.
Aslında otobanda değil kendi ruh halimin karanlık sokaklarında araba
kullanıyordum. Göz açıp kapayana kadar bizim şehre varmıştım çoktan…
Bizim şehirdeki işlerime aynı suskunlukla devam ettim.
Canım bir şey yapmak istemiyordu. Ofise hiç gitmedim. Bir ara aniden
silkelendim. Neden acaba bu kadar mutsuz hissediyordum ki kendimi? İş hali ya
da insanlık hali... Gün verimsiz geçmişti... Birşeyler ters gitmişti... Eee! Ne
olacak ki... Hiç mi görmedim, yaşamadım böyle çapariz halleri? Beterlerini
yaşamışımdır... Hatırlamıyorum şimdi... Sildim hafızamdan gitti... Bugün bir
kapı kapanır... Yarın başka kapı açılır... Felsefemiz bu değil mi? Sağlık olsun
illa ki! Tamam bunları düşünüyordum düşünmesine ama hala mutsuzdum... Kendimi
bir türlü çözemediğim çok bilinmeyenli denklem gibi hissediyordum ki, o ara
telefon çaldı... Benim kardeş... Nerde olduğumu sordu... İzmit'te olduğumu
söyledim. "Hemen bize gel abla"dedi. Cuma günü bir seyahate
çıkacağımı biliyor... Görüşemiyeceğiz bir kaç gün. "Çok özlerim sonra son
bir görüşelim," dedi... Kıyamadım. "Tamam," dedim. Aaaa! Saat
akşamın altısı olmuş... İyi de bu saate kadar ben hiç yemek yemedim ki. Anladım
işte.. Mutsuzluğumun buldum nedenini... Açtım.. Aç... Kurt gibi açtım hem de...
Birden ellerim titremeye başlamadı mı açlığımı hissedince... Dün gece nasıl
güzel zeytinyağlı yemekler yapmıştım anlatamam... Döktürmüştüm inan ki... Oyy!
Aklım evde kaldı şimdi... Kardeşin kapı zilini parmağımı kaldırmadan çaldım.
Kapıyı açmasıyla ayakkabılarımı fırlattığım gibi selam melam vermeden hemen
mutfağa daldım. İster inan ister inanma çantamı bile mutfak kapısının girişine
atmışım. Öyle bir hışımla girince korktu tabii benim kardeş. "Hayrola
abla?" dedi. Cevap vermedim. Sadece "Yemeeeek...Yemeeekkk!" diye
inledim. Yüzüme hicranlı hicranlı baktı... "Az önce kalktık sofradan.
Bütün yemekler bitti." dedi. Öyle bir "Neeeee!" demişim ki yer gök
sesimden inledi. İçimin bir kısmından gelen kahkalarla mı güleyim yoksa
kardeşimin yüzünü gözünü mü tırmalayayım bir an bilemedim. Dişlerimi sıktım.
Ellerimi yumruk yaptım. Boğazıma kadar gelen öfkemi tuttum. Gözüm kimseyi
görmüyordu inan ki. Delirmiş gibiydim. "Dur dünden kalma biraz makarna var
dolapta. Onu ısıtayım bari" dedi. Bu sözleri duyunca birden yüzümün ifade
kontrolünü kaybettiğini hissettim. Bir şeyler söylemek istiyordum esasında.
Söyleyemiyordum da, sanki Japon balıkları gibi ağzımı açıp açıp kapatıyordum o
anda. Bir kaç kez derin derin nefes aldığımı hatırlıyorum o kadar. Sonra hangi
ara buzdolabının kapısını açtım... Nasıl becerdim bilmiyorum... Saniyeler
içinde makarnayı ısıttım... Tabağa koydum... Çekmeceden çatalı kaptığım gibi
mutfak masasına oturdum. Ellerim titreye titreye, her hüplemede "hımmm..
hımmm" diye inleye inleye tabağı sildim süpürdüm. Keşke jüri falan olaydı
mutfakta.. Guiness rekoru kırardım valla. Ohh yaa! Anca kendime geldim. Baktım
ki o ne? İki yeğen önde babalarının dizlerine sarılmışlar, koca koca açmışlar
gözlerini, dehşet içinde bakıyorlardı bana. Kardeşim... Son gördüğüm yerde,
mutfak kapısının girişinde donakalmıştı sanki ayakta. "Hayrola?"
dedim. "Hayrola çocuklar? Ne seyrediyorsunuz öyle? Korku filmi mi
çeviriyoruz burada?" Sesleri çıkmadığı gibi bir süre daha kıpırdamadan
kaldılar. Bir tablo gibiydiler adeta. Ben... Şöyle bir içime döndüm. Artık
kendimi mutsuz hissetmiyordum. Ohh! Yemek yemiştim. Mutluluk neydi ki? Mutluluk
galiba kocaman bir tokluk hissiydi.
Mutluluk Ve Özgürlük Hissi
”İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki?
Geçmiş: üstümüzü her gece onunla örttüğümüz…
uykuların derininde kor yankılarına düşer gibi olduğumuz ve sonra unuttuğumuz.
Dağın doruğu ile dağın derini arasındaki mesafeden başka nedir ki insan:
derininde kor tutmuş haller, doruğunda ıssızlık bilgisi…
Güne ait sesler çoğaldığında hatıranın kendisi de kokusu da bilgisi de silikleşecek…
Ve insan sabahın nemi kadar sessiz olmayı isteyecek.”
Birhan Keskin
"Nasıl yani!" dedi babam. "Bu çizgi romanı kendine mi aldın?"
İzmit'te, eskinin tren yoluyken, şimdinin yürüyüş yolu olan caddesinin köşesindeydik. İçimizi serinleten hoş bir esinti vardı. Şehrimin asırlık çınar ağaçlarının yaprakları tatlı tatlı hışırdayarak şarkı söylüyorladı. Biz Köfteci Behçet'te iştahla köftelerimizi yemiştik. Baba kız gelmişten geçmişten muhabbet ede ede yürüyorduk. Bir ara elimi omuzumdaki çantamın içine daldırdım. Arabamın anahtarını aramaya başladım. Kolay bulabilmek maksadıyla çantamın içindeki kitaplardan birini çıkarmak durumunda kaldım. Babam elimdeki kitabı gördü. Bu bir çizgi romandı. Babam yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Çizgi romanı kime aldığımı sordu. Yolun ortasında kalakaldım. Fena halde kızardım. Ben Gırgır zamanı çocuğuydum. Bir zamanlar haftalık mizah dergisi Gırgır'ın, çizgi romanların, hele Zagor'un hastasıydım. Ne yazık ki ailemden gizli okurdum. Sanırım içlerinde fena şeyler var zannederdi ailem... Abimin okumasına ses çıkarmazlardı da, ben elime alınca, ne demekse "Kızlara göre değil." derler, asla okumamı istemezlerdi. Abimi feci kıskanırdım. Abim ise idare ederdi beni. Çizgi romanları elime vermezdi ama, okuduktan sonra görünür şekilde yastığının altına koyardı. Kendisi de dahil kimseye görünmeden, odasına girip okumama ses çıkarmazdı. Gizli gizli nasıl sevinçle çizgilerin dünyasına daldığımı hatırladım. Korkuyla karışık müthiş bir mutluluk hissiydi bu... Siyah beyaz çizgilerle, konuşma balonları, adeta bir bulut kümesinin üzerine çıkarırlardı beni... Ahh, sayfaların içinde eriyip gittiğimi hissederdim. Çocukluk işte... Aileden gizli yapılan her şey ne büyük haz verirdi. Seneler geçti gitti... Bunun çocukluğuma ait bir mutluluk olduğunu o an anladım. Kendimi toparladım. Babama "Çizgi romanları çok severim. Çocukluğumdan beri okurum." dedim. Babam önce kitaba, sonra hayret ederek bana baktı. Kitabı ona doğru uzattım. "Süperman'in Tüm Mevsimler adlı özel kolleksiyon sayısı... Biliyor musun, yaz mevsiminin cehennem misali sıcakları beni bunaltınca, isyan eder gibi söyleniyorum bazan... İşte o zaman kendime gelmek için bu çizgi romanı okuyorum babacım." dedim. Şaşırdı. "Ne yazıyor ki içinde?" dedi. Güldüm. Kitabın sayfalarını hızla taradım. Düşündüğüm sayfayı buldum. Konuşma balonlarının içindeki cümleleri okumaya başladım. "Ne denli zalim ve sert görünseler de, bütün mevsimlere müteşekkir olmalıyız. Çünkü yalnızca onların geçip gitmesiyle, geleceğin tadını gerçekten çıkarabiliriz." Başımı kitaptan kaldırdım. Sevgiyle babama baktım. Bana pek belli etmek istemedi. Anladım ama gözlerinin kenarıyla gülümsedi. Sadece "Hoş sözlermiş." dedi. Babamla vedalaştım. Arabama binmeden önce çimlerin üzerine oturdum. Çantamın içindeki çizgi romanları yeşilliklerin üzerine yaydım. Derin bir nefes aldım. Burnuma kesilmiş, taze çimen kokusu geldi. Mutluluk neydi? O anda mutluluk, kimseden çekinmeden, çizgi romanlara gönlümce dalabilecek kadar büyümenin verdiği müthiş bir özgürlük hissiydi... Mutluydum.
Mutluluk Ve Tükenmeyen Melankolim
Sabahattin
Ali'nin o güzelim şiirini bilirsin. İlla bilirsin. Nükhet Duru söylerdi
bir vakitler hani... Dilimizden düşmezdi. O vakitler ömrün toy
saatleri... Birhan Keskin der ya... "İçimin de dışımın da olmadığı,
ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı... Şimdilik,
dünya geniş ve ılıktı... Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan,
uçuşan perilerdik." Sanırım aynen böyleydim işte. İnsanî acılarından habersiz. "Nerde o başı dağlı, aşkı leyla?" ya da mecnun durumum... Yoktu henüz... "Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza... Dünyada bulunmanın bahaneleri" der
Birhan Keskin... Henüz hepsinden habersizdim. Şimdi düşünüyorum sanırım
anlattığım gibiydim. Evet, evet... Öyleydim. İnsan olan yerlerim henüz
acımıyordu. Metin Üstündağ'ın dediği gibi taksimetrem henüz pişmanlıklar yazmıyordu. Yaşadıkça "hep cız oluyor bir tarafım hep uf" vaziyetlerini
henüz bilmiyordum. Etrafımda sevdiklerim vardı. Mutlu olduğum bir
ortamda yaşıyordum. İyi ama bütün bu güzelliklerin ortasında içimde
tuhaf bir his vardı. Edip Cansever der ya hani... "Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda... Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi..." O
duygumu nasıl anlatacağımı inan bilmiyorum. Tuhaf bir his... Sadece o
yaşlarda kalsa iyi... Bitmedi... Yaşam boyu zaman zaman görüyorum ben o
iniltiyi... Mutsuzlukla ilgisi yok anlatabiliyor muyum? Bilakis
mutluyken daha fazla biliyorum. Şaşırtıcı bir his. Sahiden suyun tuzda
yanması gibi... İçin için mânâsız bir efkâr hali... Dışardan kimsenin
farkedemediği bir sessizliğin içimi ve dışımı kaplaması... Gene bir
şiirle, Edip Cansever'in dizeleriyle ifade edebilirim belki. "Ne
peki? Yere dökülen bir un sessizliği mi? Göğe bırakılmış bir balon
sessizliği mi? İşini bitirmiş bir org tamircisinin... Tuşlarından birine
dokunacakkenki... Dikkati mi tedirginliği mi... " Bilmiyorum. Acaba Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirinde yazdığı dizeler hislerimin tam tercümesi olabilir mi? "Beni
en mutlu günümde... Sebepsiz bir keder alır...... Anlayamam kederimi...
Bir ateş yakar derimi... İçim dar bulur yerimi... " Acaba şair aynı hislerle mi yazdı bu şiiri? Diyor ya... "Ne kış, ne yazı isterim... Ne bir dost yüzü isterim... Hafif bir sızı isterim..." Bilmiyorum...
Yıllardır çözemediğim bir bilmece sanki... Acaba şiirlere ve şairlere
meftûn olmam içimdeki tanıyamadığım bu his sebebiyle mi? Şiir yazmaktan
korkuyor olmam... Gene de şiir okumadan duramamam... Şiirden etkilenen
bir bünyeye sahip olmam... Bazı şiirlerin başımı döndürmesi... Ayağımı
yerden kesmesi... Elimdekileri düşürmesi... Kolaylıkla şiir çarpmasına
uğruyor olmam yani... Acaba bu tuhaf his sebebiyle mi? Niye böyleyim?
Cevap yok! Gene Edip Cansever'in dizelerine sığınarak bitireceğim
yazımı.... "Büyük bahçelerin küçük içinde... Saksılardan birinde...
Gördüm de... Uyurken uyandırılmış gibi... Beni bir sardunya büyüttü
belki." Evet... Evet... Beni bir sardunya büyüttü belki.
Ne kadar uzun yamissiniz ama ben hepsini okudum,mutluluk ve anilarinizda kendimden cok seyler buldum,suan cok üzgünüm depresyona girdim sanirim ama yazmak geldi icimden,gecen gün cocuklarin yüzünden yorum birakamamistim,simdi yazmak istedim,müzik esliginde,sevgiler size...
YanıtlaSilAnnesi, cennette vişne reçeli yaparken gülümseyen mutlu çocuklara gitsin..
YanıtlaSil