1 - Dar Alanda Kısa Paslaşmalar
Üniversiteyi
kazanıp bizim kasabadan uzaklaşmayı nasıl istiyorduk anlatamam. Akrandık.
Amcamın kızıydı Asiye. Abartmıyorum, lise sonda harbiden
ineklemiştik. Amcam ve babam bana öyle geliyorki doğduğumuzdan beri
beynimizi yıkamışlardı. Ya onların bellediği İstanbul'daki en iyi üniversiteyi
kazanacaktık. Ya da taliplerimiz arasından seçeceğimiz bir kocaya razı
olacaktık. Yaparlardı inanki... Bizim sülalede bizden büyük ablaları liseden
sonra teker teker evlendirip, ertesi yıl çoluğa çocuğa karışmalarını becermişlerdi.
Asiye'yle hep aynı sınıftaydık. Evlerimiz zaten karşılıklıydı. Ya ben
onlardaydım ya o bizde. Aynen babannem gibi. Babannem de iki oğlunun evi
arasında gidip geliyor, canı ogün kimde kalmak istiyorsa orada kalıyordu. Arada
bize takılmadan edemezdi. "Kizlar, siz bağa sorarseniz, bu
okuma işlerini pirakun!" diyordu. "Doğurin birer uşak sevin. Yaşiniz
epey oldi. Zaten, gençluk bir atmaca kuşidur, gelur, geçer... Anlamazsuniz
oni... Birgün benum gibi kocayacaksunuz, o okuduğunuz kitaplar, biturduğunuz
okullar hep kalacak o yanda, yaninuza sade kalacak uşaklarunuz." derdi.
Kıkırdardık Asiye'yle. Ne diyelim? Babannemi kıracağımıza kafamızı kırardık
icabında... Gönlü hoş olsun diye... "Tamam babanne" derdik
tabii. Asiye'yle tam kafa dengiydik. Tamam küçük bir çevrenin, dar
görüşlü bir ailenin içinde bunalan kızlarıydık ama. Hayat bazen vermek ister ya
aldıklarını. Mucizeler tükenmiyordu işte. Şimdi düşünüyorum da feleğin tam bir
kıyağıydık birbirimiz için. Dostluk güzel bir şeydi. O çok hassas ve kırılgandı.
Ben ise vurdumduymazdım. Karşımdakinin hassas yönünü keşfedince, üstüne üstüne
gitmekten haz alırdım. Benden epey çekmişti Asiye yani. Arada dudak büker
"Bu huyumu değiştirecem, seni üzüyorum" derdim. Her seferinde
"Sakın değişme. Sen hep böyle kal." diye cevap verirdi. Erkekler
benim için tam bir baş belası anlamına gelirken, Asiye ise kalbini hoplatan her
erkekten kolaylıkla etkilenir, platonik aşk acısı çekmeye bayılırdı. Ben
sinemayı çok severdim. O daha çok şiirleri ve öyküleri... Evdeydik, gözlerinin
önündeydik ve iyi öğrencilerdik ya, büyükler pek karışmazdı bize. Özellikle
tatillerde, sabaha kadar film seyreder, kitaplar üzerine muhabbet ederdik. Bazı
filmleri döne döne seyrettiğimiz için repliklerini ezberlerdik. Futbolla aramız
olmamasına rağmen, Serdar Akar'ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filmine
bayılırdık mesela. Film futbolla ilgili görünse de içinde hüzünlü aşklar,
unutulmaya yüz tutan emsalsiz dostluklar vardı. Niye bu filmi misal ettiğimi
anlatacağım az sonra... Efendime söyleyeyim neticede... Son sınıfta bizim
lisenin rehberlik öğretmeninin desteğiyle biz bi asıldık derslere tamam mı?
Asiye'yle tam bi takım ruhu içerisinde planlı programlı ders çalıştık. Ne
vardı? Aynı hamilelik gibi, diyorduk... Hayatımızın dokuz ayında dünyayla fazla
irtibat kurmayıp kendimizi derslere adayacağız. Sonraaaa... Nurtopu gibi
bebeğimizi elimize alacağız. Yanii... Ver elini İstanbul... İster inan ister
inanma, becerdik bunu... Birlikte becerebildik. Bizde bir takım ruhu vardı
çünkü. Ne vakit üniversite sonuçları elimize geldi... Boğaziçi'ni
kazanınca... Babam ve amcam küçük dillerini yuttular tabii...
Yırtmıştık... Nanananoomm... Bize İstanbul yolu göründü.
Aşıktı bizim Asiye gene. Bu kez fakültenin en bohem hocasına aşık olmuştu. Karşıdan eriyip kendini bitiriyordu. Gözüne girmek için ne projeler üretiyordu. Ama nafile. Hocanın gözü tabii ki Asiye'yi görmüyordu. Yirmibeş yaş büyüktü bizden. Olacak iş miydi? Zaten bir sevgilisi olduğunu duymuştuk. Asiye mail adresini edinmiş, duygularını ayan beyan ilan etmişti. Ar duygularını askıya almış, bıkmadan usanmadan romantik mailler döşeniyordu. Hoca hiç cevap vermediği gibi, derslerde Asiye ile göz göze gelmemeye gayret ediyordu. Bunun bir çocukluk olduğunu düşünüyor, sonunda Asiye'nin yazmaktan bıkacağını biliyordu belki kimbilir? Belki Asiye gibi başka hayranları da vardı. Hiç cevap vermemek en doğru durumdu belki... Ama bizimki asla pes etmiyordu. O gün duyuru tahtasında hocanın nikah davetiyesini gördüğümüzde... Asiye'nin suratındaki ifadeyi ömrüm oldukça unutamam. Asiye "İyi değilim." dedi. Eve gitti. Böyle durumlarda insanları acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını düşünenlerden değilim ne yazık ki… Sırt sıvazlamak, avutucu sözler garip ve kifayetsiz gelir bana. Kendisi aşmalıydı bu süreci ve içinde küllemeliydi bu platonik aşkın acısını... Ama iyice uzatmıştı. Bir hafta odasından çıkmadı. Ağlıyordu çoğu zaman. Odasına bıraktığım yemeklerin ucundan alıyordu, o kadar. Bu kadarı fazlaydı artık. Kendine gelmeliydi. Kapısını açtım. Günlerdir üzerinden çıkarmadığı pijamalarıyla yatağına uzanmış, gene ağladığını görünce... İşte tam o anda Serdar Akar'ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filminde, Savaş Dinçel ile Erkan Can arasında geçen muhabbet aklıma geldi. Bu kadar mı denk gelirdi? Asiye'yle en sevdiğimiz filmlerden biriydi. Kimbilir kaç kez izlemiştik. Futboldan pek anlamıyorduk ama bu film futbolla ilgili olmasına rağmen bayılarak seyrettiğimiz filmlerin başında gelirdi. Asiye Galatasaray'ı tutuyordu sözüm ona... Kalecisi kim diye sorsan bilmezdi. Biri eskaza bana hangi takımı tuttuğumu sorsa... Bu filmin etkisiyle "Esnafspor." derdim. Filmi bilip cevabımı duyanlar vaziyeti çakar, gülerlerdi. Bilmeyenler de kafa yapıyorum sanırlar gene gülerlerdi. Bu filmde mahalle sakinlerince kurulmuş amatör bir takım vardı. Takımın adını Esnafspor koymuşlardı. Ne güzel filmdi sahiden. Her izleyişimizden sonra, yüreğimizde dipten giden incecik bir sızı biriktirirdi. Filmin en baba repliği "Futbol fena halde hayata benzer." di. İşte o anda en can dostumu, sevdiği takım küme düşmüş fanatik taraftar gibi hayata küsmüş yanımda ağlıyor görünce, dayanamadım bu filmi çevirmeye başladım.
Odasına
girdim. "Naber?" dedim. Yatağının ucuna oturdum. "Sen mi
geldin?" dedi. İki elini yatağa dayayarak doğruldu. Ayaklarını sarkıttı.
Yancağızıma oturdu. Hıçkırarak ağlamaya başladı. "Niye böyle oldu? Ben çok
sevmiştim. O kadar mail gönderdim. İnsan bir cevap yazar, öyle değil mi?
Sorarım sana, benim günahım ne?" dedi. "Bak gülüm" dedim.
"Belli olmuyor ama benim bir tek kulağımın arkası kaldı. Artık acı
çekmekten ve acı çektirmekten zevk almamayı öğrendim. " dedim.
Bir şey söylemeden dinledi. Hafifçe öksürdüm. Boğazımdaki gıcığı temizler
gibi yaptım. Sözlerime haldığım yerden devam ettim... "Sevgililer...
Hehh.. Bizim olanlar ve olmayanlar... Hepsi iz bırakır. Ve bazı izler
şimdi seninki gibi çok derinini çiziyor. Hepsi kalır. Ama inan bana, yeni
izler de olacak." dedim. Bu niyazlarıma paralel bi tepki
bekliyordum beklemesine ama nafile... Her nefeste çifte iç çekip ağlıyordu.
Dalgın gözlerini dikmiş, salladığı ayaklarına bakıyordu. Ne yapayım
yani? Başlamıştım artizliğe bi kere... Sözlerime kaldığım yerden devam ettim...
"Yaşlıları düşün." dedim. "Sanki herşeyi
bilirlermiş gibidirler. Ama öyle değil. Ne kadar acı çekersen çek şunu
hiç unutma çizilecek bi yer hep vardır ve çizecek bi yer." Sustum. Derin
nefes aldım. "Ressam olur insanlar başkalarının kalbini kazıya kazıya...
Ya da resim olurlar senin gibi kazına kazına..." dedim. Başını
yerden kaldırdı. Yüzünü bana döndü. Gözlerimin içine, ama bana baktı. Gülmeye
başladı. Gülerken gözlerinden gene pıtır pıtır yaşlar akıyordu. Nihayetinde
çakmıştı ne yapmak istediğimi... Film çevirdiğimi... Onu avutmak için dar
alanda kısa paslar verdiğimi... Sonunda pası kaptı... Erkan Can'ın filmdeki
cümlelerini aynen söylemeye başladı "Beni çok kazıdılar abla. Ama altından
sarı yeşil çıktı..." dedi. Güldü. Ben de güldüm. Beraberce hem
güldük hem ağladık biz. Devam etti... "Sen demiştin ya, hani
sonbaharda çamların arasından görünen yaprakları sararan çınar ağaçlarına bakıp
"işte bizim takım" demiştin." dedi. Aynı Savaş Dinçel'in
oynadığı Hacı rolünün hakkını verdim... "Evet kardeş, biz seninle
bir takımız. Hep yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar." dedim.
Onu omuzlarından tutup kendime çevirdim. Başımı başına dayadım.
Sesimi buğulu tona akortladım. "Hayatta yeşil de kalmak var sararmakta.
Dağın rengi bunlar dağın rengi. Haydi sil gözlerini güzelim. Bu kadar
diyet yeter." Dedim.
Şimdi anlatıyorum ama bu olayın üzerinden yıllar geçti. Üniversiteden sonra Asiye'yle yollarımız ayrıldı. Evlendi ve Barselona'ya yerleşti. Aile kurdu. İki uşak doğurdu. Sanırım ben kaybedenler kulübündenim. Kariyerle birlikte ilişkilerimi sürdürebilmeyi, çocuk yapmayı beceremedim. İlk gençliğim hep yarışmakla geçmişti. Sonrasında, sanırım... Hiçbir şeyin bana sahip olmasına izin vermedim. Belki toplumun baskılarına bir tepkiydi yapmak istediğim. Neyse... Az sonra onu karşılayacağım. O gün bu film muhabbeti işime yaramıştı yaramasına ama... Asiye'yle karşılaştığımızda hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim. İki saat var önümde... Az önce bir rüzgâr geçti gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...
NOT: Bu öyküyü yazarken esinlendiklerim...
http://osahne.blogspot.com/2011/11/son-mektup.html
http://ocerencan.blogspot.com/2011/07/gaybana-diyalog-i.html?utm_source=BP_recent
http://osahne.blogspot.com/2011/11/bazen.html
2 - Boşver Arkadaş
Yooo... Ben masumdum. Sevmiştim. Yalanım yok... Aşkın
gözü söylendiği gibi kördü. Ona tüm yüreğimle inanmıştım. Ne safmışım. Osman
Şahin'in bir öyküsünden iki cümle çıkarma yapıp, kendime rumuz
edinmiştim... "Ruhumu sürmüşem sana... Ruhumu... Seni içime manzara
yapmışam." Ne vakit onu karşıdan görsem... Bu cümleleri içimden
geçirirdim. Allahım yarabbim... Nasıl da körkütük aşıktım. Bu duyguyu ilk kez
yaşıyordum. Çok yakışıklıydı. Daha doğrusu o vakitler bana yakışıklı geliyordu.
Ne aptalmışım... "Bir zamanlar uğruna kahkül diye göz yaşı döktüğüm
meğer bir tutam saç imiş" denir ya hani... O hesap.. Harbiden sonra
çakmıştım gerçek manzarayı ama... Kaç yazar? Çocukta ya Nostradamus marifeti ya
da özel parapsikoloji, psikoknetik, telepati güçleri vardı... Ne dersen de...
Öyle işte... Bildiğim onda acayip bir şeytan tüyü vardı.. Elimi vicdanıma koyup
söylüyorum... Konuştuğu zaman okulun tüm kızlarını- ben de dahil tabii-
kendine hayran edecek insanüstü bir yeteneğe sahipti. Sanki kızların
beyinlerine hükmediyordu. Onunla asla tartışmak mümkün değildi. En kabul
edemeyeceğim konularda bile, nasıl laf canbazlığı yapıyorsa artık... Ağzından
çıkan her sözü kendi düşüncem sanıyordum. Askeriyedeki nizamiye kapısı gibi,
tüm ruhumu, değer yargılarımı, hayata dair görüşlerimi gözüm kapalı ona emanet
edebilirdim. O ne diyorsa doğru oydu. Yani o vakitler bana öyle geliyordu. Bu
çocuğun karşısında kendime olan direncimi gün be gün kaybediyor, köle
izahura olma yolunda uygun adım marş marş ilerliyordum. Durumum tuhaftı. Ben
bildim bileli hiç böyle ben olmamıştım çünkü... Yok bazan kendime "bu
kadar salak olma. toparla kendini" diyordum ama feci bir değişim
rüzgarı sarmıştı dört yanımı... Duygularıma mukayyet olamıyordum. Oysa onu
tanıyana kadar hep sevilmiş hiç sevmemiştim. Üstelik çok güzel değildim. Sade
giyinirdim. Asıl mühimi erkeklere hiç pas vermezdim. Etrafta o kadar fettan,
maceraya dünden hazır kızlar dururken bana meftûn olan erkekler nedense çoktu.
Aşklarını belli etmek için türlü numaralar yaparlardı. Aşkını itiraf
edemeyenler mi istersin, mail atıp dolaylı yoldan içini dökenler mi? Ya
da karşıdan karşıya kesenler mi, ne bileyim seviyeli üslupla ince bağlama
ayarları çekenler mi? Neler görüp geçirmiştim. Hiç bir erkeğin karşısında
civatalarım milim oynamamıştı yerinden.. Ya feleğin cilve yapma sırası
bana gelmişti. Ya da birinden büyük bir ah almış olmalıydım ki bir
erkeğin ağına sazan gibi düşüvermiştim.. Çıralar gibi yanmıştım. Dumanım buram
buram tütüyordu. Sadece ağlayanım yoktu. Yoo...Karşılıksız değildi. Sözüm ona
benim sevgim neydi ki? O söylediğine göre beni dağları delen Mecnun kıvamında
seviyordu. Aynı üniversitenin farklı fakültelerindeydik. Arkadaşlarımız müşterekti.
Kalabalık arkadaş güruhu içerisinde güya kimseye belli etmeden aşkımızı
gizlice birbirimize ilan etmiştik. Kimseye daha bir şey söylemememi sıkıca
tembihlemişti. O ne derse kanun emrinde kararnameydi ya en yakın kız arkadaşıma
bile söylememiştim. Zaten oldum bittim ket'umdum. Erkek arkadaşlarıyla olan
ilişkilerini uluorta lömbürtek dışarıya bırakan çalçene kızlardan hiç haz
etmezdim. İftiharla söyleyebilirim ket'umluk prensibimi ömrümce ihlal etmedim.
Bakma, zaten henüz pek bir anı biriktirmemiştik. Sadece beni çılgınlar gibi
sevdiğini itiraf etmişti. Ben de için için fena halde yanıp halvet olsam da
sadece karşılıksız olmadığımı belli etmiştim. Sinema hastasıydım. O da
film seyretmeye bayıldığını söylemişti. Dün bir bugün iki, göz süze
süze filmler üzerine şahane muhabbetler ediyorduk. Hafta sonu beni
motoruyla alacaktı. İlk kez bekar evine gidecektim. Başbaşa yemek-sinema keyfi
yapacaktık. Filan...
O gün okula gidemeyecek kadar hastaydım. Telefonlaştık. Vaziyetimi anlattım. Ertesi gün buluşmak üzere sözleştik. Takdir i ilahi mi yoksa aptala malum olma vaziyetimi, bilmiyorum... Bir şey dürttü beni. Öğlene kadar uyuyunca birdenbire üzerime bir canlılık geldi. Ben o gün kalktım ikindiye doğru okula gittim. Ve... Okulun arka bahçesinde, bizim sınıfın en sünepe kızıyla onu öpüşürken gördüm. Birden çizgi romanlardaki "dooinnk" efekti çaktı beynimde... Gözümdeki kalın sinema perdesi usul usul yukarıya doğru kalktı. Gerçek manzarayı ayan beyan görmeye başladım. Meğer küçük bey, sadece benimle ve o sünepe kızla değil, okulun pek çok kızıyla fink atıyormuş. Yuf olsun bana!. Tadım fena kaçmıştı. Süngüsü düşmüş tüfek gibi omuzlarım düştü. Hayalkırıklığını dibine kadar hissettim. Ağlaya zırlaya eve döndüm. İki gün telefonlarına cevap vermedim. Onun diğer numaralarını, beni merak edip eve gelen en yakın kız arkadaşımdan öğrendim. Üzgündü çünkü... Ona da aşık olduğunu söylemiş önce. Sonra umduğunu bulamayınca terk edivermiş. Gözümün kenarındaki ilk çizgi... Saçımdaki ilk beyaz tel... O gün belirdi işte. O gün bugündür kadınların gün be gün büyüdüklerine inanmıyorum. Temiz yürekli çocuklarız aslında herbirimiz... Erkek insanlardan düşünemediğimiz fenalıkları göre göre büyüyoruz biz! Resmen aldatılmıştım. Üstelik okulun kızlarını sıraya diziyordu öyle mi? Kendi çapında Don Juan mı sanıyordu kendini? İyi huylu kız olma hususunu fazlasıyla abarttığımı anlamıştım. Öyle böyle değil!.. Körleşme bu değil de söyler misin neydi?
Öyle öfkelenmiştim ki acısını önce iyice dayak atarak kendi ruhumdan çıkarmak istedim. İşe yaradı. Uzun zamandır beynimin karanlık odasında gizlediğim şirret yanım tüm cazibesiyle yeniden hortladı. Bu çocuğun foyasını açığa çıkarmazsam, okuldaki beğendiği kızları ne idüğü belirsiz büyüsüyle ele geçirip harem kurmaya niyetliydi besbelli. En şirret halimi takındım. Kafam kendi emrine girdi ya birdenbire çarkları hızla dönmeye başladı. Zeki Ökten'in Boşver Arkadaş filmindeki Tarık Akan'la Semra Güneri arasında geçen o muhteşem replikleri hatırladım. Bu kez rolleri değiştirecektim. Öyle olması icap ediyordu çünkü. Tarık Akan'ı kadın versiyonunu ben oynamaya niyetlendim. O kim mi olcaktı? Kendisi bilmeyecekti ama Selma Güneri rolünde olacaktı tabii! Bunu akıl ettiğim an öpebilsem kendimi alnımdan öpecektim. Nananommm... Pazartesi günü geldi çattı. Süslendim püslendim. Ninja misali, tepeden tırnağa kapkara giysilerimi giydim. Öğlene doğru okula gittim. Bizim grup, Don Juan'ı aralarına almışlar yemekhanede oturuyorlardı. Öyle bir dalmışlardı ki muhabbete... Şeytani fikirlerimle cehennemin kapısından içeriye süzülüverdim. Hayır, anlamıyorum... Sadece kızlar değil erkekler de onun ağzının içine bakıyorlardı... Kesin gizli büyücüydü o... Kafamı bunlarla daha fazla bulandırmadım. Hemen "Selam" deyip boş bulduğum bir sandalyeye uzandım. Hatır sormalar filan... Derken kalkıp yanıma geldi. Kolunu şefkatle omuzuma attı. Usulca eğilip kulağıma "Nazlı kız! Hafta sonu telefonlarıma neden cevap vermedin. Seni çok özledim." dedi. Gereğinden fazla abartarak şımarık bir eda takındım. "Ay ciddi misiiin? Çok tatlı çocuksun vallaaa" dedim. Sonra ayağa kalktım. Ben ayağa kalkınca o da ayağa kalktı. Allahım eskiden gözüme ne kadar uzun görünüyordu!.. Meğer kısaymış. Boyu ancak benim kadar filandı. Halimde bir tuhaflık vardı var olmasına ama... Çözemiyordu. Felfecir okuyan soru işareti dolu pörtlek gözlerle yüzüme baktı. (Daha önce bu gözler bana nasıl manalı görünürdü...) Gözlerine fazla dalmadım. Hemen film çevirmeye başladım...
Herkes duysun diye sesimi yükselterek... "Özür dilerim. Cuma gününden beri hiç görmedim seni. Telefonlarına da cevap vermedim. Çünkü sen haklıydın. Hep tuttum kendimi sana karşı. Çok kısa bişey soracağım. Sen de öyle cevap ver olur mu ?" dedim. Şaşırdı. Sesimi duyan yemekhanedeki herkes bize baktı. Kararlıydım. Sonu ne olursa olsun ağzının payını verecektim. Sinirlendiğim zaman üst dudağım titrer. Oram kaşınıyormuş gibi elimle dudağımı örterek yüzümü şirinleştirdim. Ne olduğunu anlayamadı. Benim şirret halime hiç denk gelmediği için gönül rahatlığıyla muzurca gülümsedi. "Peki, bekliyorum. Sor." dedi. Ortalık tam manasıyla sessizliğe bürünüverdi. Yüzümü daha da yumuşattım. Kamu aleme ifşa edercesine sesimi iyice yükselterek... "Sana olan gerçek duygumu dinlemek ister misin?" dedim. Sahnede sanat icra eden tiyatrocu ayağına yattı. Olanca kendine güveniyle etrafına zaferle baktı. "Evet, isterim." dedi. Tarık Akan'ın filmdeki sözlerini ezbere biliyordum. Aynen söyledim... "Seni çok seviyorum inan bana. İster misin sevgimi?" dedim. Güldü. Galiba kafa yaptığımı sandı. Elini kalbinin üzerine koydu. Sesini romantik ayara akortladı. Gözlerini süzerek hicranlı hicranlı bana baktı... "İsterim. Bütün kalbimle!" dedi. Egosunun tavan yaptığını söyleyebilirim. İyice mayışmıştı. Bir kız yemekhanenin ortasında ona aşkını ilan ediyordu... Adına bundan daha hoş reklam olabilir miydi? Gözlerimi kısarak tiksintiyle inledim. "Bilirim. Çok şey istersin sen!" dedim. Artık onu iyice şaşırtmaya sıra gelmişti. "Anlamadım." dedi. "Mesela beni istersin. Okulun bütün kızları sana aşık olsun istersin. Seni sevenlere ihanet etmek istersin. Sen gelecekte karına da ihanet etmek istersin. Ama aslında bi tek şey istiyorsun sen. Şimdi onu veriyorum sana ..." dedim. Dehşet dolu gözlerle bana baktı. Hiç duraksamadım. Aynı filmdeki gibi suratına hakettiği şiddette "şraaaaakkk" diye bir tokat attım. Kendi etrafında 360 derece döndü. Tam yere düşecekken kolundan tuttum. Kaldırdım. Boş olan sandalyeye oturttum. Usulca kulağına en bilindik klişe sözü söyledim. "Her kuşun eti yenmez!" dedim. Onu olanca şaşkınlığıyla oracıkta bıraktım. Çantamı kaptığım gibi yemekhaneden fırladım. Dışarıya çıktığımda sonbahar ayazı yüzümü sardı. İşini tamamlamış sigortacı sevinciyle ıslık çalarak hayata daldım.
Balkondayım... Boşver Arkadaş'ın film replikleri işime yaramıştı yaramasına ama... Okula tekrar gittiğimde hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim... Bütün gece var önümde... Az önce bir rüzgâr geçti gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...
3 - Rezervuar Köpekleri
Aynı ofiste çalışan altı kadındık. Ben beş ay önce iş değiştirmiştim. Son üç
yıldır çalıştığım sigorta şirketinin şubesi kapatılmıştı. Tüm şube çalışanlarını
gözlerinin yaşına bakmadan kapı önüne koymuşlardı. Benim için hava hoştu.
Yalnız yaşıyordum. Bir süre aldığım tazminatla idare edebilirdim. Hiç
hayıflanmadım. Küçük yaşta çalışmaya başlayan benim gibi biri için bu
"hayat molası" iyi gelmişti ne yalan söyleyeyim. Nasılsa iş bulurdum.
Niteliklerim, tecrübem yabana atılacak gibi değildi. İş başvurularıma çoktan
yanıt almaya başlamıştım zaten. Sinema delisi biriyim. Üç ay kadar gece gündüz,
sürekli film seyrettiğimi iftiharla söyleyebilirim. İlk iki aydan
sonra iş görüşmeleri yapmaya başladım. Üçüncü ayın sonunda şimdi çalıştığım
sigorta şirketine girdim. Yeni işime ve arkadaşlarıma hemen alıştım.
Samimi insanlardı. Zaten genelde uyar kafa biriyimdir, dalıma basan
olmazsa kimseyle kolay kolay zorum olmaz. Bu akşam yemeğe çıktığım
arkadaşlarım yıllardır bu şirkette çalışmışlar. Yedikleri içtikleri ayrı
gitmez. "Beşibir yerde" diyorlar onlara.. Her fırsatta kakara
kikiri... Ya da ıngalama vıyaklama... Hali ruhiyetlerine göre
yani... Ben ise kendi halinde biriyim. Pek kadın kadına muhabbetlerden haz
etmem. Ailem Zonguldak'ta. Yatılı anadolu lisesini kazandığımdan beri
İstanbul'da yalnız yaşamaya alıştım. Arada lise ya da üniversite
arkadaşlarımla gider gelirim. Genelde kendimle kalmayı severim. En yakın
arkadaşım ise sinema! Çılgınca film seyrederim. Özellikle Quentin
Tarantino filmlerini ezbere bilirim.
Neyse... Geçen gün Selin yanıma geldi. İşe girdiğimden beri beni gözlediklerini, artık aralarına almaya karar verdiklerini söyledi. Cuma akşamı iş çıkışı onlarla yemeğe gitmemi teklif etti. Şaşırmadım. Söylediklerini duyunca içimden gülmek geldi. Hatta, dışımdan da gülmek geldi. Kendimi tutamadım. Hıçkırır gibi güldüm. Ne bilsin şirret halimi. Buram buram merhamet kokan bir ifadeyle gülümsedi. "Tamam, gidiyoruz birlikte." dedi. Yalnız yaşayan biriydim ya gene acımış olmalılar... Alışmıştım bu muamelelere... Üzerlerine vazife edinmişlerdi... Akılları sıra anaç tavuk misali bana kol-kanat gereceklerdi... Kıl olduğum insan tipleri... Ne bu, ölü ozanlar derneği mi kurduklarını sanıyorlardı. Bak, bak, bak... Çaktırmadan izlenmişim. Tartılıp biçilmişim. Gruplarına alınmaya layık görülmüşüm. Şaşkınlar ya! Ne sanıyorlardı kendilerini... Sorsana bakalım ben istiyor muyum sizinle iş dışında görüşmeyi, demek aklımdan geçti. Bir şey söylemedim. Sadece kafamı emme basma tulumba gibi öne arkaya salladım. Saatin akreple yelkovanı birbirini kovaladı. O gün geldi çattı. Ne konuşacaktım ki ben bu kadınlarla? Tamam, iş yerinde sessizce uyar kafa dolanıyordum. Sonrası bana kalan zamandı. Sinemaya gittiklerini biliyordum mesela... Ama romantik ya da komedi filmlere filan. Hayatlarında bir kere Tarantino filmi seyretmemişler. Adını bile duymamışlar ne Rezervuar Köpekleri'nin, ne benim kıymetlim Kill Bill'lerin ne Ucuz Roman'ın... İşim olmazdı iş dışında bu kadınlarla... Ama gene de yemeğe çıkmaya niyetliydim. Bütün fena önyargılarımı aklımdan kovup, bu anaç tavuklara bir şans vermeliydim. Neticede o gün geldi çattı. Gittim. Çoluk çocuk, koca, sevgili muhabbetleri edildi bir vakit. Darlandım. Poliçe satmaya çalışan sigortacı alışkanlığıyla iştahla beni sorgu suale tuttular. Geçiştirdim. Allahım, doğru düşünmüşüm. O kadar sıkılmıştım ki onlarla aynı masada olmaktan, her an pılımı pırtımı toparlayıp çıkıp gidebilirdim. Ama olmazdı öyle... Tescilli beş duyularına etki edecek, şöölee akıllarından silinmeyecek bir film çevirmeliydim. Dualarım takdiri ilahi tarafından kabul edilmiş olmalı ki böyle bir durum cereyan etti. Masada herkes güle oynaya konuşuyor, 70'lerden neşeli bir müzik çalıyordu. Yemeğin hesabı ödenecekti. Her hafta biri ödüyormuş. O gece Selin ödedi. Bahşiş ise alman usulüymüş. Bizim masaya servis veren garson kız için herkes bir miktar bahşiş parasını Selin'in eline koymaya başladı. Bana sıra gelmişti. İşte o anda aklıma Rezervuar Köpekleri'ndeki bahşiş muhabbeti geldi. Nanananooomm... Vakit geçirmeden film çevirmeye başladım...
Selin bana dönmüş bahşiş koymam için avucunu uzatmıştı. Kayıtsız bir tavırla "Ben bahşiş vermem" dedim. Şaşırdı. Ağır bir halt işlemişim gibi yüzüme baktı. "Bahşiş vermez misin?" diye sorusunu yineledi. Bahşiş vermeye inanmadığımı söyleyince kirpiğini dahi oynatmadan gözlerimi okumaya koyuldu. İşletiyormuydum sahi mi söylüyordum bilemedi. Umursamazlığımı görünce avuç açmaya yeni başlamış, ilk hevesi kursağında kalmış dilenci hayalkırıklığıyla elini yana indirdi. Diğerleri hokkabaz sahnesi izliyorlardı sanki. Şapkadan bakalım kim tavşan çıkaracak? Sus pus olmuşlar bir bana bir Selin'e bakıyorlardı. Selin dayamadı... Önce sesinin akorduna ince ayar yaptı. Akabinde gözlerini süzerek... "Bu garson kızların kaç lira kazandıklarını biliyor musun?" dedi. Umursamıyormuş ayaklarına yatttım. "Hadi, bırak bunları! Kazanmıyorsa işi bıraksın." dedim. Söylediklerime inanmış görünmüyordu. "Dur bakalım anlamış mıyım, hiç bahşiş vermezsin öyle mi?" dedi.
Bu dünyada ya şirret olacaktın ya korkak. Bu kadınlara azıcık yüz verirsem, iş dışında rahat komazlar anamı ağlatırlardı benim. Orta ayarlı şirret halimle film repliklerine devam ettim... "Sırf toplum istiyor diye bahşiş vermem." dedim. "Biri gerçekten hak ediyorsa, yani benim için ekstra bir şey yaptıysa veririm. Ama böyle otomatikman bahşiş vermeye karşıyım. Bana sorarsanız kız sadece işini yapıyordu." dedim. Diğerleri konunun bu kadar uzayacağını düşünememişlerdi. Yüzlerindeki tebessümler teker teker kayboluyordu. Aralarından biri "Kızcağız iyiydi." dedi. Hiç istifimi bozmadan, aynı kayıtsızlıkla sözlerime devam ettim. "Kız normaldi. Özel bir şey yapmadı." dedim. Sonra tek tek herbirine dönerek... "Bakın, kahve ısmarladım, tamam mı? Fincanımı sadece üç kere doldurdu. Altı kere doldurmasını istedim." dedim. Tavrıma iyice sinirlenmişlerdi. "Altı kere mi? Peki ya çok işi varsa?" dedi biri... ""Çok işi olmak" cümlesi bir garsonun cümleleri arasında olamaz bir kere. Ayrıca bu kadınlar açlıktan ölmüyorlar ya... Ben de asgari ücretle bir işte çalışmıştım. Ama ne yazık ki toplumun bahşişe layık gördükleri işlerden biri olacak kadar şanslı değildim." dedim. "Bahşişe ihtiyacı oldukları seni sahiden hiç ilgilendirmiyor mu?" diye sordu Selin. Sağ elimi kaldırdım. Baş parmağımla işaret parmağımı birbirine sürtterek argodaki o meşhur mangır sayma işaretini yaptım. "Bunun ne olduğunu biliyor musun?" dedim. "Dünyanın en küçük kemanı. Sadece garsonlar için çalar." En son etrafımda hayretten faltaşına dönmüş on göz gördüğümü hatırlıyorum. "Mc Donalds'ta çalışmak da çok zor bir iş. Sana yemek servisi yapıyorlar. Bahşiş vermelisin. Ama orada çalışanlara bahşiş vermek ihtiyacı hissetmiyorsun. Çünkü kime bahşiş verileceğini toplum belirliyor. "Buna vereceksin, buna vermeyeceksin" "şuna vereceksin, şuna vermeyeceksin"... Yoo... Yağma yok! Bana göre değil. Bahşiş mahşiş vermem!" diye bağırdım. Çantamı, ceketimi kaptığım gibi lokantadan dışarıya fırladım.
Evdeyim.
Nefeslenmek niyetiyle balkona çıktım. Rezervuar Köpekleri'nin bahşiş
muhabbeti işime yaramıştı yaramasına ama... Pazartesi ofiste hangi filmi
çevirmem gerektiğini şimdiden düşünmeliyim... İki gün var
önümde... Az önce bir rüzgâr geçti gözlerimden... Uzattım elimi
yetişemedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder