20 - Nuran
Eski
huyumdur. Çocukluğumdan beri insanları seyretmeyi severim. Bu
huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir
sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim.
Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek
hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme
oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda
kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli
etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup
hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili
ufaklı roman kahramanlarının izlerini sürerim. Bu benim için
anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden
çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim.
Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların
kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır
diye aklımdan geçiririm.
!F Uluslararası Bağımısız Film Festivali için İstanbul'a gitmiştim. Aynı günde seyredeceğim üç filmden ikincisi için, Emek Sineması'nın
kendine has tarihi kokusunu içime çeke çeke koltuğuma yerleştim. Hemen
ön çaprazımda oturan kadın dikkatimi çekti. Yanındaki genç adamla tatlı
tatlı muhabbet ediyordu. Konuşmasını işitir işitmez, bu İstanbullu'dur,
diye düşündüm. Çünkü romanlardan öğrendiğime göre, Türkçeyi onun gibi
güzel konuşmak, karşısındakinin gözlerine böyle ısrarla bakmak,
kendisine hitap edildiği zaman kumral başını onun gibi sallayarak
konuşana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak, hiçbir özentisiz,
telaşsız, büyük ve geniş, suları, dibi görünecek kadar berrak, bir nehir
gibi hayatın ortasında, hep kendi kendisi olarak sakin, besleyici akmak
ancak gerçek İstanbul kadını için mümkündür. Hayranlıkla tekrar tekrar
baktım. Genç kadının güzel ve biçimli büstünü, beyaz bir rüyayı andıran
yüzünü iyice görünce, onun Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur adlı romanındaki kahramanı Nuran
olduğunu farzettim. Yalnız bir kadındı Nuran. İnandığı, sevdiği adam,
çocuğunun babası, evlendiklerinden yedi sene sonra bir seyahatte
tanıdığı Romanyalı bir kadın yüzünden iki sene evini, barkını bırakmış,
şurada burada sürtmüş, sonra da bir gün artık beraber
yaşayamayacaklarını, ayrılmaları lazım geldiğini söylemişti. Gerçekte,
bu, başından beri mesut olmayan bir evlenme idi. İkisi de birbirlerini
çok sevmişler, fakat vücutça hiç tanımamışlar, kocası sinirli ve
bezgin, genç kadın sadece sabırlı, yan yana birbirlerine kapalı, fakat
gündelik işlerde açık, iki tesadüf mahkûmu gibi yaşamışlardı. Kızlarının
dünyaya gelişi bu kapalı ve hemen hemen neşesiz hayatı başlangıcında
biraz değiştirir gibi olmuştu. Fakat çocuğunu çok sevmesine rağmen ev,
kocasını daima sıkmış, karısının sessiz, yumuşak ve kendi alemine
gömülmüş hayatını daima yadırgamıştı. Kocasına göre genç kadın ruhen
tembeldi. Hakikatte ise kadın yedi sene bu yarı uyku hayatında onun
kendisini uyandırmasını beklemişti. Kocası, sahip olma hissinin içinde
her türlü arzu ve hevesi uyuttuğu insanlardandı. Onun için bu zengin
madenin farkına varmadan onun yanı başında aslında kısır, ancak
insiyaklarını uyandıracak şiddetli sürprizleri bekleyerek yaşamıştı.
Genç kadının üstünden bir kayanın üstünden aşan bir dalga gibi, onda
hiçbir akis uyandırmadan geçerdi. İşte bu dönemlerde, Köstence plajında
tesadüf ettiği Romanyalı kadın, onbeş yıllık tecrübesiyle adamın
hayatına girivermişti. Bu kadın, istemeyen, sadece almasını bilen,
"Arkadaşlıkla başla! Daima anlayışı ve sabırlı ol! Erkeği anladığını
hissetsinler.... Sonra kanatlarını ger, nefes aldırma.... fakat istemek,
asla..." diyen kadınlardandı. Belli ki böylesi, kocasının mizcına tam
denk düşmüştü. Nuran kocasına barışmak, hepsini unutmak için zaman
tanımıştı. Adam, hiçbir zaman iradeli ve vaktinde kaçacak kadar akıllı
bir insan olmamıştı. Boşanmışlardı. Nuran kocasından boşandıktan sonra, bir ada vapurunda kendinden yaşça küçük bir genç adamla tanışacaktı. Genç
kadının İstanbullu olması, Boğaz'da yetişmesi, Türkçe'yi adeta şarkı
söyler gibi konuşması bu genç adamı etkilemişti. Genç kadının yaşanmış
bir hayatı vardı. Erkeğinden ayrılmış bir kadındı. Bir kızı vardı. Her
dul kadın gibi mahalle baskısını, çevrenin gözlerini üzerinde
hissediyordu. Genç
kadının annesinden duyduğu ilk nasihat neydi? "Kadın her şeyden evvel
kendisini gizlemeyi bilmelidir; yavrum." Belki kendi kızı da aynı kadere
hazırlanıyordu. Acayip bir durumdu.
Erkeklerin kabahatleri ayıplanacağına, boşanmak ayıp görülmekteydi. Bu
sadece kadınlar için değil erkekler için de zalimce bir tutumdu. Zira
pek çok erkek, boşanmamak için, kendilerinden nefret eden kadınlarla
yaşamak durumunda kalıyorlardı. Son atmış sene içinde ilk boşanma
vakası, Nuran'ın başından geçmişti. Acaba
genç kadın "kimseye hesap vemek zorunda değilim." diyebilecek miydi?
Acaba asıl kimliğini, ne kadar zengin, ne kadar değişik bir alem
olduğunu keşfedecek miydi? Peki kaç insan bu zenginliği keşfetmeden
ölürdü?
Genç kadın, yanındaki genç adama doğru eğildi... İşittim.... Alçak sesle Mahur Beste'yi mırıldandı. Gülümsedim. Çünkü O'nu, alaturka musiki dedikleri acayip tokmakla döve döve hazırlamış olduklarını hatırladım. Sanki güneş parçacıklarıyla dolu, berrak, dâvudiye yakın bir sesi vardı. Genç adam hayranlık, ömrünü bir yıldız kasırgası yapan o tapınma hissine bir nevi korku karışmış gözlerle kadına baktı. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Nuran" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
19 - Münevver
İstanbul Film Festivali'nde aynı gün üç film seyredecektim. İlk film düşündüğümden geç bitmişti. İkinci filmi Emek Sineması'nda
seyredeceğim için sevinçliydim. Film başlamadan yerimi bulma
koşuşturması içindeydim. Kendi kendime iyice abartarak hissettiğim
festival havası, Emek Sineması'nın o kadim hüzünlü atmosferi
resmen sarhoş etmişti beni. Film başlamadan yerimi bulma telaşım
yüreğimi bir kırlangıç kanadı gibi titretmişti. Tatlı bir başdönmesiyle
koltuğuma yerleşmiş, derin bir oh çekerek gözlerimi kapatmıştım. Daha
kendime gelemeden önümden geçip yanımdaki koltuğa oturan birinin
varlığını hissettim. Yüzümü ona doğru çevirdim. Hakikatle hayali
ayıracak durumda değildim. Yaprak gibi bir kızdı. Beyaz, çiçekli bir
elbise giymiş, sırtına yün bir hırka almıştı. Hafif bir rüzgâr esse
uçacakmış gibi duruyordu. Gençti. Evet... Gösterişli bir güzelliği yoktu
ama hayata yeni başlamış gibi bakıyordu; öyle gençti... Elinde tuttuğu
kitabı göğsüne sıkıca bastırıyordu. Bir anda onun Hüsnü Arkan'ın Mino'nun Siyah Gülü adlı kitabındaki Münevver
olduğunu farzettim. Münevver kız lisesini bitirmiş, İzmir'de üç yıl bir
öğrenci yurdunda kalmıştı. Sonra üniversiteye gitmek istemiş ama
hayalini gerçekleştirememişti. Niye? Çünkü abisi izin vermemişti. Ne kadar zeki bir kızdı kimbilir diye düşündüm. Kırılacakmış gibi duruşu, zerafetindeki parıltı başımı döndürmüştü.
Babası hastalanınca, abisini işin başına geçirmişti. İzmir'de erkek
arkadaşıyla el ele görüldüğünü haber alınca, abisi küplere binmişti.
İnsanlar neden başkalarını kolaylıkla yargılarlar, neden tecrit ederler,
nasıl bu denli yıkıcı davranırlar, sonra nasıl hiçbir şey olmamış gibi
hayatlarına devam ederler hiç anlayamıyorum? Nasıl oluyor da
başkalarının hayatlarına müdahale etmekten bir çeşit mutluluk
duyuyorlar. Genç kız, abisine itiraz etmiş, "Benim bir hayatım var. Bunu
nasıl yaşayacağıma ben karar veririm." demişti. Tüm direnmelerine
rağmen abisi üniversiteye gitmesine razı gelmemiş, hasta yatağındaki
babası da oğlunun her yaptığından emin olduğu için, duruma ses
etmemişti. Ne kadar çirkin, değil mi? Ama memleketimde, kadınlar böyle
büyürlerdi. Daha doğrusu, hiç büyüyemezler, kendi hayatlarına yön
veremezler... Ya baba, ya abi, ya koca... Her
zaman bir sorumluları olmalı diye düşünülür. Bunlar aklıma gelince
utanmadım. Döndüm genç kadının gözlerinin içine baktım. Gözlerinde
ışık yoktu sanki. Biri ölümüne kırıldıysa ve bu tamir edilemeyecek bir
şeyse, farkında olmasa da aslında kıran kişi de orta yerinden kırılmış
demektir. Belki abisinin, bilinçsiz yaşadığı ölümden önceki son iki
saatinde kızının ya da karısının ismini sayıklayacağına, kızkardeşinin
adını sayıklaması bu sebepledi. Peki kızlarla erkeklerin arasındaki fark
neydi? Galiba erkekleri sokağa salmışlardı. Biz kızları da
esirgiyorlardı. Bu sözcüğün anlamı çok geç anlaşılıyordu. Esirgenmek,
aslında alıkonmak demekti. Kadın gettosu da bu durumu toplantı yapmaya
gerek bile görmeden kabulleniyordu. Böylece kızlar bütün yargılardan
uzak tutulmuş oluyordu. Bir insan, yargılanmayı göze almadan kendisi
olmayı nasıl başarabilir ki?
Genç kadın, oturduğu yerde kıpırdandı. Elinde sıkıca tuttuğu kitabı kucağına koydu. Baktım. Kabında Gülün Adı yazıyordu. Ortaçağ'da geçen, zamanın muktedirlerine karşı, tek başına fikirleriyle savaşan, kitaplık yanıp kül olduğunda, oradan sadece birkaç kitap kurtaran Peder William'ın hikayesi. Gözlerimizi aynı anda kitaptan kaldırdık. Birbirimize baktık. Sırtımızı dikleştirdik. Birbirimize gülümsedik. Bana doğru eğildi. Fısıldayarak "Biz kadınız, öyle değil mi; her şeyi yapabiliriz." dedi. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Münevver" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının çoğu cümlelerini Hüsnü Arkan'nın Mino'nun Siyah Gülü adlı kitabından alıntıladım.
18 - Münire
O gün Emek Sineması'na
girdiğimde nasıl hoş bir melodi ilişti kulağıma anlatamam. Acaba film
başlamadan önce hep müzik yayını vardı da ben mi farketmemiştim?
Koltuğuma yaslandım. Kendimi şarkının akışına bıraktım. Arka sırada
yerini bulmaya çalışan kadının giysisinin hışırtısı ilgimi dağıttı.
Merakla dönüp ona baktım. Üzerindeki bol, filizî pardüsüsünü çok eski
zamanlarda giyilen feracelere benzettim. Arka sağ çapraza oturdu. Çok
acayipti. Abdulaziz zamanlarından bugüne ışınlanıvermişti sanki.
Pardüsününü çıkardı. Arkasına yaslandı. Belli etmemeye çalıştım ama, tavır ve edalarına gülmekten kendimi zor zaptettim. Gelin
gibi süslüydü. Kahküllerini büklüm büklüm kıvrıtmış, yanaklarının iki
yanından gerdanına doğru iki sünbül salkımı gibi koyuvermişti.
Kulaklarına zümrüt küpeler takmış ve boynundan aşağıya ta göğsünün orta
yerine bir yürek madalyon sarkıtmıştı. Yay gibi gergin ve çekik duran
incecik kaşları, iri elâ gözleri, ucu hafifçe yukarı kalkık narin burnu,
kıvır kıvır dudakları, sedef dişli ağzı vardı. Perçemlerini tutarak
yana doğru attı. Elleri çok güzeldi. Uzun kalem gibi parmaklar, toz
pembe avuçlar. Yerinde doğruldu. Kulağını dikti. Müziği dinledi.
İşittim. "Ah! O şarkı." dedi. İşte o anda bu geç kadının, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Hep O Şarkı romanındaki "Münire" olduğunu
farzettim. Tam otuz beş yıl hep aynı erkek için yanıp kavrulan kadın.
Çocukluk aşkıydı. Yalı komşularının oğlu. Genç kızın babası bu ilişkiyi
farkettiği an kızı ev ve göz hapsine almıştı. Kız tel kafeste kuş gibi
çırpınıyor, sadece komşu yalıdan gelen sevdiği erkeğin şarkı söylerken
duyulan sesiyle ferahlıyordu. Yanık bir beste, yanık bir güfte ile
sesinin en yanık perdeleriyle "o şarkıyı" söyleyerek aşkını itiraf eden
bu genç adam, hayalleri ve rüyalarının tek nesnesiydi.
Bir zamanlar aşklar değişikti demek ki, diye aklımdan geçirdim. O
zamanlar, tesadüfen de olsa yakından ya da uzaktan sadece yüzünü
görebilmek, sesini işitebilmek, sık sık olmasa da mektuplaşabilmek bile
mutlu edebiliyordu sevenleri. Dadısı her fırsatta "her şeyin başı
kısmet" derdi. Gençliğinde bu lafa fazla ehemmiyet vermez, gülüp
geçerdi. Ne kadar büyük bir laf olduğunu, nice olayları yaşadıktan sonra
öğrendiği aklıma geldi. Herşeyin başı kısmetti ama insanın kendi
kısmetine hizmet etmesi gerekmez mi? diye aklımdan geçirdim. On beş
yaşında, bu lafı boş ve saçma bulsa da, gene de suratını asa asa,
kaşlarını çata çata, ağzını bura çarpıta kurbanlık kuzu gibi görücü
denilen insafsız, mütecessis ziyaretçilerin önüne neden çıkardı peki?
Madem bu lafa aldırmazdı, madem yüreğinde sevdiği adamın aşkı vardı, o
halde neden herşeye boyun eğdi? Neden görücülerin karşısındaki
sandalyede uslu uslu otururdu? Neden hatırı sorulunca terbiyeli
terbiyeli cevap verirdi? Neden kahveyi kendi elleriyle ikram ederdi? Ve
işin en tuhafı dişlerini göstermek kastıyla, sözde tuhaf bir laf
söyleyerek, onu güldürmek isteyişlerinde zoraki bile olsa neden
gülümserdi? Çehresinin yandan görünüşü hakkında bir fikir edinmek için
kullandıkları bazı hileler üzerine başını sağa sola çevirmeyi neden bir
nezaket borcu bilirdi? Anlamıyordum. Genç kızları içlerinden gelmeyen
bütün bu hareketleri yapmak zorunda bırakan şey neydi? Bütün bu
azaplara, bu işkencelere neden hiç seslerini çıkarmadan katlanırlar?
Acaba baba saygısından veya korkusundan mı? Sadece bundan olmaz diye
düşündüm. Anlamıyordum. Peki nedendi? Kimse on beş yaşındaki kızın
yaşının küçük olup olmamasına bakmayacak, isteyip istemediği
sorulmayacak palaspandıras gelin edilecekti. Kocasıyla ilk kez zorla
birlikte olduktan sonra, onu bir daha yanına yanaştırmayacaktı. Kocası
aynen kayınvaldesi gibi çok yiyen, çok içen, çok uyuyan, evin içinde
geniş paçalı donu, hadife hırkaları, işlemeli takkeleriyle bıngıl bıngıl
dolaşan, anlayışsız, ruhsuz biriydi. Ya hep o şarkıyı söyleyen sevdiği
adam ne olmuştu?
Genç kadın, elini koynuna soktu. Muska gibi katlanmış bir kağıt çıkardı. Usulca açtı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına o kağıda dikkatlice baktı. Sonra bir teselli muskası mı yoksa bir ümit tılsımı mı olduğunu bilemediğim kağıdı gene katladı. İç gömleğiyle teninin arasına yerleştirdi. Sanki yüreğine sokmak istiyormuş gibi sıkıca bastırdı. Gözlerini kapattı. O an hayalle hakikati karıştırdım. Genç kadın'ın "Ah çocukluk ah! ne tatlı ne mesut zamanlar imiş o da kadrini bilememişim." dediğini sandım. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Münire" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının bazı cümlelerini Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nın Hep O Şarkı adlı kitabından alıntıladım.
17 - Kınalıadalı Kız
Sen birini hiç görmeden, daha evvel öyle birinin İstanbul ilinde yaşadığını bile bilmeden, birdenbire, sadece Sait Faik'in
öyküsünde okuduğun için sevdin mi? Hiç içine taş gibi, ağır bir su
gibi sevgi oturdu mu? Oturmadıysa Allah aşkına vazgeç şu yazımı
okumaktan. Ogün... Hiç unutmam.... İstanbul Film Festivali'nin ilk
günüydü. Emek Sineması'na henüz girmiştim. Biletçinin eliyle
işaret ettiği yere geçtim. Koltuğuma yerleştim. Etrafıma bakınıyordum ki
ön çaprazımdaki kızla göz göze geldim. Gülümsedim. Sakin, sessiz bir
kıza benziyordu. Telefonla konuşuyor, Rumca bir şeyler söylüyordu. Rumca
bir kelime anlamadan ne söylediğini bilir gibi hissedince kendimi, onun
Sait Faik'in Kınalıada'da Bir Ev adlı öyküsündeki
kahramanı olduğunu farzettim. İyice baktım. Kınalıada'da oturuyor,
sabahleyin ilk vapurla işine iniyor, son vapura ise elinde paketlerle
dönüyor olmalı diye aklımdan geçirdim. Küçük, kaplamaları simsiyah
kesilmiş bir ahşap evde oturduğunu hayal ettim. Evden deniz görünmüyor
olmalıydı. Yahut belki de bir iki penceresinden, çakaleriği dalları arasından. Kırkını
aşmış, şişmanca, yeşil gözlü bir kadın olan anasını kırmızı elma
yüzüyle, küf yeşili gözleriyle görmeden sevdiğimi düşündüm. Ben aynı Sait Faik gibi bahçeleri, insanları, evleri görmeden
bile sevebilirim. Evlerine küçük bir bahçeden girdiklerini, alt katında
kendilerinin oturduklarını, üst katını ise yazları kiraya verdiklerini hayal
ettim. Bir Meryem Ana kandili önündeki İsa resminden, küçücük sarımtrak
aynaya kadar her şeyde, ağır, günlük kokusuna benzer bir Ortodoks hava
estiğini sezdim. Kızın kendi başına bir odası yoktur muhtemelen.
10.45'te oraya vardığına göre, 11'de yemeğe oturuyorlardır. Hemen de
yatarlar herhalde. Acaba başucunda bir kitap var mıdır? Bilmem ki bu
kızın hülyalarına ne karışır? Yemeği nasıl yer? Hızlı mı, yavaş mı? Ne
kadar merak ettim anlatamam. Acaba birçok insanlarda olduğu gibi yemek
yerken çirkinleşir mi? Çirkinleşince yüzündeki o iyi, harikulade
çizgiler ne olur? Nereye giderler? Acaba et mi yerler, sebze mi? Haydi
bu meraktan cayayım. Farz edeyim ki ettir. Önce babaya, sonra oğula,
sonra bu kıza mı dağıtılır? Yemeği anneleri mi dağıtır?
Kız, telefonda Rumca konuşmaya devam ediyordu. Hep yüzünde neşeli bir şeyler vardı. Ağzında bir lakırtı. Ne söylüyor merak ediyordum. O kadar şen, o kadar sıhhatliydi ki yediğinin farkında olmuyor, yemek yerken çirkinleşmiyordur diye hayal ettim. Onu seyrettiğimi anladı mı acaba? Döndü tekrar bana baktı. Sevgiyle gülümsedim. Tanımadığım insanları sevmem hep Sait Faik öyküleri yüzünden diye aklımdan geçirdim. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Kınalıadalı kız" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının bazı cümlelerini Sait Faik'nın Kınalıada'da Bir Ev ve Gün Ola Harman Ola adlı öyküsünden alıntıladım.
16 - Nihal
Emek Sineması'nda film seyretmek, bana her zaman büyüleyici gelmiştir. Karlı bir cumartesi günüydü. Beyoğlu'ndaydım. O gün Emek Sineması'na
girdiğimde salon tıklım tıklım doluydu. Geç girdiğim için oturanlardan
özür dileyerek yerime geçtim. Mantomu çıkardım. Kucağıma katladım.
Üşümüştüm. Önce telaşla ellerimi birbirine sürttüm. Sonra ısıtmak
niyetiyle, ellerimi ağzıma kapatarak sıcak nefesimle üç kere üfledim.
Rüzgârımdan mı etkilendiler bilmiyorum ön koltukta oturanlar dönüp bana
baktılar. Biri göbekli diğeri saçsız iki erkeğin ortasındaki koltukta
bir kız oturuyordu. Birlikte gelmiş olmalıydılar. Bu iki erkek, kız
çocuk sahibi gergin babalar gibi görünüyorlardı. Kız gülümseyerek
uzandı. Göbekli olan erkeğin traşı gelmiş çenesindeki ekmek parçasını
aldı. O anda, diğer erkeğin sol gözünün altındaki seğirmeyi gizlemek
için durmadan alnını kaşıdığını farkedince, bu kızın, Barış Bıçakçı'nın,
çocukluktan beri çok sıkı arkadaş olan, daha sonra yolları ayrılan,
yıllar sonra gene yolları kesişen, çocukluk hayallerinden birini
gerçekleştirip aynı evde yaşamaya başlayan, birlikte yaptıkları her
şeyden büyük keyif alan, 40'lı yaşlarına merdiven dayamış iki erkeğin
çaresizliğini anlattığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabındaki kadın kahramanı Nihal olduğunu farzettim. Yazar, kitabında nasıl da anlatıyordu Nihal'i?
Erkeklerden birine kestane, diğerine düpedüz ela bakan gözler. Şefkatle
veya hayranlıkla. Ya o birine tırmanma diğerine kayıp düşme heyecanı
duyuran düz kumral saçlar. O saçların iki yana açılmış perde gibi
durduğu hafif tümsek bir alın. Güneşin yüksekliğini ölçmeye çalışan ilk
çağın gökbilimcileri için kesikli bir ufuk çizgisi işlevi gören seyrek
kaşlar. Bir burun. Evet, yalnızca bir burun; biri için ısırmalık, diğeri
için sıkmalık. Havada salınarak düşen bir yaprağın belli bir anındaki
biçimini taklit eden bir ağız. İki yatay çizgiyle işaretli solgun boyun.
Göğüslerinin arasına dek inen hafif çilli bölge. İşte böyle bir kız
hayatlarına girmişti. Yurt dışında yaşayan arkadaşları, Türkiye'de
tatildeyken ailesiyle trafik kazası geçirmişti. Annesi ve babası
ölmüştü. Üniversitede okuyan, 20'li yaşlardaki kızkardeşi Nihal'in,
okulu bitene kadar, yani iki yıl için onlarla kalmasını istemişti. Nihal
bu iki erkeğin yanına yerleşmişti. Önce ikili hayata alışmış olan
erkekler rahatsız olmuşlar, kızla pek iletişim kuramamışlardı. Kız ise
ailesini kaybetmişti. Zaten üzgün ve içe kapanıktı. Sonra olanlar olmuş,
muhabbeti ilerletmişlerdi. İki arkadaş Nihal'e aşık olmuştu.
Kıza pek belli etmek istememişlerdi. Ne de olsa kız onlara
arkadaşlarının bir emanetiydi. Ama iki arkadaş Nihal'e aşık olduklarını
birbirlerine itiraf etmişlerdi. Kitabın adından hareketle, iki
arkadaşın aynı kıza aşık olması, onların büyük çaresizliği olduğu
sanılmasın sakın. Yoo... Onlar aynen, aynı evde yaşamak hayalleri gibi,
çocukluk hayallerinden bir diğerini daha gerçekleştirmişlerdi. "Aynı
kıza aşık olmak!" Gene bir kadın, erkekler hikayesinin nesnesi olup
çıkmıştı. Bana göre bu iki erkeğin "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" dedikleri, ömür boyu çocuk kalamamak, büyümek mecburiyetinde olmaktı.
Kız, pantolonunun cebinden ikiye katlanmış bir kağıt mendil çıkarıp sessizce burnunu sildi. Birkaç kez diliyle dudaklarını ıslattı. Yaşadığını gösterecek başka bir dolu şey yaptı. Onu izlediğimi mi farketmişti bilmiyorum.... Birdenbire döndü güzel gözleriyle bana baktı. Gülümsedim. Gülümsedi. Birbirimize gülümsedik biz. Dayanamadım... Başımı ona doğru eğdim. Fısıltıldayarak "Ben de sizin gibi kahvaltılarda peynirin üzerine reçel koyup yerim." dedim. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Nihal" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
15 - Engin
O gün Beyoğlu'nda Emek Sineması'ndaydım.
Filmin başlamasına yarım saat kadar vardı. Hava oldukça soğuktu. Park
yerinden sinemaya gelene kadar üşümüştüm. Dışarıda oyalanmak istemedim.
Hemen salona geçtim. Emek Sineması'nın o tarihi sıcaklığıyla
koltuğuma gömüldüm. Uyuyup kalmışım. "23 numara bu koltuk mu?" diye
soran sesle kendime geldim. Doğruldum. Gülümsedim. "Benim koltuğum 22
olduğuna göre 23 burası olmalı." dedim. Kederli gözlerle bakan bir kadındı. Yuvalarının
içine gömük, donuk bakışlı gözler... Hani feri kaçış mı derler yoksa
feri gitmiş mi? Moru çoktan geride bırakmış, karaya doğru yol alan
gözaltı torbaları... çökmüş, kara-sarı bir surat... ip gibi dudaklar....
Boyayla, allıkla, rujla üstü örtülemeyecek bir harabeye dönmüş yüz. Ve
şahane KIZIL saçlar... Oturdu. Sürekli şu cümleleri fısıldıyordu: "Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar... Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar..." Neydi bu? Belki bir şiir dizesiydi. Bu cümleleri duyunca, kadının Pınar Kür'ün Edebiyat Neye Yarar? (Kına) adlı öyküsündeki Engin
olduğunu farzettim. Kucağında çocuğu, yanında iki bavuluyla, başı
önünde, boynu bükük baba evine dönüşünü hayal ettim. Babasının yüzünden
düşen bin parçaydı. Annesi sevinçliydi. İki yıl önce, daha fakülteyi
bitirmeden hamile kalıp, ana babasına bile haber vermeden evlenmesine
çok kızmışlar, çok sarsılmışlardı. Babası damadı asla tasvip etmemişti.
Gene de kızının doğumu köşte yapmasını istemişti. Kocası, Engin'in
babasının bu teklifini, aristokrat esnekliği diye düşünmüş, kendilerini
asimile etmek için yaptıklarını söyleyerek kabul etmemişti. Doğumu
beklerken, Laleli'de, iki odalı, kalorifersiz, suyu bazen akan, çoğu kez
akmayan, karanlık bir bodrum katına yerleşmişlerdi. Engin'in hiç
bilmediği, tanımadığı bu yaşam koşullarına alışması kolay değildi. Ama
en zoru, bir günden bir güne "yoldaş"lık statüsünü yitirip "ev
kadınlığı"na indirgenmesi olmuştu. Sırf hamile olduğu için değil de,
evlendiği için! Artık yürüyüşlere katılmak, geceleri "afişe çıkmak" yok.
Ama onlar herhangi bir eylemden döndüklerinde, bodrum katının küçücük
oturma odasına en az on kişi dolduklarında çay demleyip hizmet etmek
var. Daha bir kaç hafta önce sokaklarda birlikte koştukları, forumlarda
birlikte coştukları eylem arkadaşlarının hizmetçi muamelesi etmesine
nasıl sinirlenmesin? Kocası eylemlerine Paris'ten devam etmeye karar
verince, kucağında oğluyla baba evine döndüğünde her şeyin daha kolay
olacağını ummuş muydu? Öyle olmamıştı. Köşk basılmıştı. Sorguya
götürülüp aylarca içeride tutulmuştu. Dışarıya çıktığında bu kez anne
babası göz hapsine almışlardı kızlarını. Olur olmaz dışarıya çıkmak
yok... Nereye gittiğini söyleyeceksin, şu saatte döneceksin baskıları...
Bu kez onların kurallarına uymak durumda kalmak. İkibuçuk yıl süren bu
esaret hayatında, sadece akşamları kocasına mektup yazarken huzur
buluyordu. Oğlunu alıp onun yanına gideceği günü iple çekiyordu. Kocası
Fransa'da işleri bir yoluna koysa... İmkanları bir ayarlasa... Derken
kocası imkanları ayarlamış, hayatını bir yola koymuştu. Kendisinden on
yaş büyük bir Fransız kadınıyla. Ve boşanmak istiyordu. O sırada duyduğu
nefret de, hınç da, bir damlacık bile azalmamıştı. Ama umudunu
kestikten sonra, durup durup ağlamalar, sinir krizleri devam ederken
bile, yaşamını yeniden düzene koyma cesaretini bulmuş, aftan yararlanıp
yarım bıraktığı fakülteyi bitirmişti. Edebiyat öğretmeniydi şimdi. Bu
kez Edebiyattan nefret eden, kalın kafalı öğrencileriyle cebelleşiyordu.
Çok yalnız olmalı diye hayal ettim. Oğlu liseyi bitrene kadar
yanındaydı. Babasının oğluydu ne de olsa... Ömründe bir kere bile
görmediği babaya kızmak şöyle dursun, bir davette, üniversiteyi okumaya
babasının yanına Fransa'ya gitmişti. Kadına göz ucuyla baktım. Üstü başı
dağınıktı. Yorgun bir okul dönüşü olmalı diye düşündüm. Oysa bir
zamanlar şu kızıl saçları var ya... Of, örgütün en güzel kızı olmalıydı
diye aklımdan geçirdim. Kızıl saçlı, edebiyatsever, kırılgan kız...
Hepsini Nâzım yakmıştı aslında. Bir zamanlar Nâzım Hikmet'in hem
aşk hem devrim şiirlerini ezberleyen örgütteki erkeklerin, böyle güzel,
kızıl saçlı kıza aşık olmamaları mümkün müydü? Kızlar ise en güzel
Nâzım Hikmet şiiri okuyan erkeğe aşık oluyorlardı belli. Edebiyat kimi
kez hayata yol gösterirdi. Hayata hazırlardı insanı. Yıllar yılı hayatın
dışında kalan Engin gibi bir kadın, yeniden hayata dalabilir miydi?
Öyküdeki eski örgütünden arkadaşı Metin'le tesadüfen karşılaşmaları
aklıma geldi. Kafede oturup karşılıklı eski günlere değin yaptıkları
muhabbetleri... Heyecan içinde peçetelere yazılan telefon numaraları... O
günden sonra Engin'in yüreğinin her an pır pır etmesi... Yalnız onu
düşündüğünde değil, aynaya baktığında kendini güzel görmesi, saçlarını
havalı havalı silkelemesi... Öğrencilerine kızmaması, hatta onların
saçma sapan esprilerine gülmesi, en önemlisi gece yatağa korkuyla değil
de keyifle girmesi... Metin ile karşılaştığından beri hep gülüyor, hatta
gülmemek için kendini tutmak zorunda kalıyorken, şimdi neden bu kadar
kederli görünüyordu peki?
Kadın
oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Uzun saçlarını arkaya doğru attı.
Burnuma kına kokusu geldi. Belki kızıl saçlarına kına sürerken Milan Kundera'nın
bir öyküsü aklına takılmıştı. Hani yıllar sonra gençlik aşkıyla
karşılaşan, yeniden birlikte olmalarına ramak kalmışken donup kalan
kadının hikayesi... Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film
başladı. Ben "Engin" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
14 - Hatice Hanım
Bir defasında İstanbul'a gittiğimde, Beyoğlu'ndaki Emek Sineması
gişesi önünde internetten aldığım iki bilet için sıramın gelmesini
bekliyordum. Arkadaşım gelmemişti. Ben filmi yalnız seyredecektim.
Gişenin önünde birikmiş kalabalığı çarpa çarpa yarmaya niyetlenen bir
kadın, genç bir çocuk kendisine çarpınca çok öfkelendi. Önce durup
kızgınlıkla baktı çocuğun arkasından. Sonra söylene söylene hışımla
tekrar daldı kalabalığa. En öne geçmeye hakkı olduğundan emin, itekledi
herkesi. Kadının bu halini görünce, onun Sevgi Soysal'ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti adlı romanındaki Hatice hanım olduğunu
farzettim. Yenişehir ilkokullarından birinde öğretmenlik yapmıştı.
Emekliydi şimdi. Tezcanlı, temizlik hastası, bildiğini okumaya meraklı,
kendine göre bir çok caba göstererek kazandığı haklarını kimselere
kaptırmamaya kararlı bir kadındı. Bakışıyla bile korkuturdu herkesi.
Okul koridorlarında çınlayan sesi duvarlara, camlara çarpa çarpa
yankılanır, yankılanan korku kabuk bağlamamış çocuk yüreklerinden miskin
hademe uykularına yayılırdı. Kadın kararlı adımlarla herkesi
aştı, biletçi gişesinin önüne ulaştı. Ne konuşuyorlardı bilmiyorum.
Kadının ciğerlerine doldurduğu solukla ve ürkütücü bir bağırışla "Baksana sen bana, kim senin amirin? Müşteriye doğru dürüst cevap versene!" dediğini işittim. Biletçinin ondan korkması gerektiğini düşündüğünü hayal ettim. Niye acaba biletçinin yüreği,
ilkokuldaki, derslerini yarı korkudan, yarı çalışamamaktan bilemeyen
öğrencilerinki gibi, mısır patlarcasına patlamıyordu? Ona göre
korkanlar azalıyordu gitgide. Hep bu korkmayanlar yüzünden, hep onların
yüzünden düzen bozuluyordu. Oysa şimdi biletçi sinmeliydi. Hatice hanım
karşısında boynunu, suçunu bilen bir köle gibi bükmeliydi. Yıllarca hep
öyle olmamış mıydı? Evde herkesin yemeğini boğazına dizdirir, Deliler
Tepesi'ndeki gecekondulardan aldığı zavallı kızı sabahları uykusundan
sarsarak uyandırır, evin çabuk çabuk, kimse uyanmadan temizlenmesi için
başında beklerdi. Hep havada, hep dik tutmuştu Hatice hanım başını. Hep
ürkütmüş, hep korkutmuş, adam etmiş, yola getirmiş, hadlerini
bildirmişti suçlu gördüklerinin. Şimdi burada ne dediyse biletçi razı
gelmemişti demek ki. Hatice Hanım'a karşı açıkça suç işlemişti. Ve bu
cezasız kalıyordu. En dayanamadığı şeydi. Her vatandaş suçluların
cezalandırılması konusunda birşeyler yapmalıydı. Tam soluk aldı,
bağıracaktı ki "Tartışmayın isterseniz. İki biletim var. Birini size
verebilirim dilerseniz." dedim. "Öyle mi?" dedi. "Aman sağolun. Doğru
dürüst bakmıyorlar müşteriye. Parasıyle rezil ediyorlar insanı."
dedi. Bu sözleri yüksek sesle, yan gözle gişedeki kıza bakarak söyledi.
Kız aldırmıyordu hiç. Sırası gelmiş bir müşteriyle konuşuyordu şimdi.
Kendince koyduğu kanun saydığı kuralları vardı Hatice hanımın. Onun
kanun saydıklarını çiğnemek en büyük suçtu. Unutmazdı Hatice hanım... Affetmek
sağlıksızdı ona göre... Mikroplara karşı ilaç kullanmamak, kanayan
yaraya tentürdiyot dökmemek gibi bir şeydi affetmek. Uygar insan
affetmez ve unutmazdı Hatice hanım'a göre... Uygar insan
cezalandırırdı... Affetmek ve unutmak barbarlık ve ilkellikti, bu
memleket yumuşak kalplilikten kalkınamamaktaydı. Kalabalığı yararak
ilerledi. Aldığım suyun parasını ödemek için kasaya doğru ilerlerken onu
gördüm. Tezgahın üzerindeki çikolataları bıkmadan usanmadan tek tek
inceledi. Acaba hangisinin hem fiyatı hem kalitesi iyiydi? Kazık
yemediği, en iyisini aldığı duygusunu edinebilmesi çok zor görünüyordu.
Ansızın uzattı elini. Birkaç tane çikolatayı kaptığı gibi mantosunun
cebine atıverdi. Çabuk adımlarla uzaklaştı oradan. Buz kestiğimi
hissettim. Şaşkın adımlarla ardısıra sinema salonuna girdim.
"Baksana
oğlum! Ben burada beklerken alem fırt fırt yerine oturuyor!" diye yer
gösteren çocuğu azarladı. Çocuk duymak istemedi. Kadın beni gördü.
"Burada haddini bilmeyen elemanları şikayet edecek bir makam yok mu?
dedi. Korktum ben. Ses vermedim. Usulca oturacağımız yeri elimle
işaret ettim. Bizden önce oturmaları suçmuşcasına insanlara söylene
söylene yerine geçti. Yanyana oturduk. Mantosunun cebinden bir çikolata
çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi önce çikolataya sonra
etrafına baktı. Bence çikolatayı tutan avucu sıcaktı. Kanı sanki
buradan yayılıyordu vücuduna. Sanki tüm gücünü bu sıcaklıktan alıyordu.
Hışımla bana döndü. Sanki büyük bir kabahat işlemişim gibi "Araya
girmeseydin, istediğim yerden bilet alacaktım. Böyle arkalarda
kalmayacaktım." dedi. Şaşırdım. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı.
Film başladı. Ben "Hatice hanım" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının bazı cümlelerini Sevgi Soysal'ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti adlı kitabından alıntıladım.
13 - Zeynep
Filmekimi için erkenden gittiğim Beyoğlu'nda, Emek Sineması
gişesi önündeki kuyrukta sıramın gelmesini beklemekteydim. "Ayy, çok
geç kaldım, değil mi?" diyen heyecanlı bir kadın sesinin geldiği yöne
döndüm. Nefes nefese pasaja giren genç kadın, kendisini uzun zamandır
beklemekte olduğunu sandığım genç adamı yanaklarından öptü. "Kusura
bakma n'olur. Tam işten çıkmıştım. Opera'nın köşesinde kime rastlasam
beğenirsin?" dedi. Genç adam bu bahaneleri sanki defalarca dinlemişti.
Adamın yine de kadının bu dünyayı umursamazlığına hayret eden halini
görünce, genç kadının Ali Teoman'ın Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı adlı öyküsündeki kahramanı Zeynep olduğunu
farzettim. Robert Kolej'den sınıf arkadaşıydılar. Mezun olduktan sonra
ikisi de Amerika'ya gitmiş, değişik eyaletlerdeki üniversitelerde okuyup
Türkiye'ye dönmüşlerdi. Zeynep büyük bir reklam şirketinde, genç adam
ise memleketin en büyük bankalarından birinde çalışıyordu. İyi
giyinmeyi ve iyi yaşamayı seviyorlardı. Genç adamın altından son model
bir otomobil hiç eksik olmazdı. Kendileri gibi yüksek düzeyli - ve tabii
yüksek ücretli- genç ve dinamik yöneticilerden oluşan arkadaş çevreleri
vardı. "İyi yaşamak, hızlı yaşamak, yüksek yaşamak" modası seksenli
yıllarda Amerika'da öğrenimlerini tamamlayıp memlekete dönen gençler
tarafından, doğrudan doğruya Amerika'dan ithal edilmiş, ardından da
televizyon, basın ve sinema gibi kitle iletişim araçları yoluyla yaygınlaştırılıp
benimsetilerek, vazgeçilmez ve herşeyin üzerinde, bir standart, diğer
tüm olguların ona göre ölçüldüğü bir değer haline getirilmişti. Artık
onca senenin şampiyonu tıp fakülteleri bile tercihlerde yaya kalmıştı.
Varsa yoksa İşletme fakülteleri... Almanca, Fransızca değil, İngilizce
ama illa Amerikan aksanıyla İngilizce öğrenilecekti. Bir de bilgisayarı
da unutmamak gerekir. Biri seksenli yılların İstanbul'unu özetlemeye
kalksa... İşletme fakülteleri, bilgisayarlar, Amerikan aksanıyla
İngilizce ve reklamcılık denebilirdi. Kısaca söylemek gerekirse yuppie way of life. Zeynep'te
bu pırıltılı iş dünyasından biriydi. Randevusuna her zamanki gibi o
gün de gecikmişti. Genç adamın herkesin gıpta ettiği bir işi, bir yaşamı
vardı. Zaman, genç adama göre parayla satın alınamayacak tek şeydi.
Zaman yoktu çünkü, durup düşünmek için, beklemek için, hele hele boşa
harcamak için... Yaşamın her saniyesi paha biçilmez bir billur
damlacığıydı. Saatinin saniye göstergesindeki rakamlar, simülatördeki
New York borsası hisse senedi fiyatları, bilgisayar ekranındaki
işaretler, hepsi, duyularından, anılarından, anlayış gücünden yorulmak
nedir bilmeyen bir hızla kaçıyorlardı. Şirkette fazla mesaiye kalmak,
geç saatlere kadar bilgisayar ekranının karşısında hesaplarla boğuşmak
son derece olağan sayılıyordu. Bu yüzden iş dışında geçirdiği zaman
değerliydi. Serbest kaldığı tek bir dakikayı bile boşa geçirmek
affedilmez bir suç gibi geliyordu ona. Randevularına geç kalmak adetiydi
Zeynep'in. Adetten öte müzmin bir hastalık sayılabilirdi.
Randevularına sadakatsizlik biçiminde kendini gösteren bir tür havailik
ve umursamazlık hali... "Affettin mi beni" dedi genç kadın. Genç
adam bu çocuksu yakarış karşısında gülümsemeden edemedi.
Bilet
alıp sinema salonuna girdiğimde onların çoktan koltuklarına
oturduklarını gördüm. Ben iki sıra önlerindeydim. Mantomu çıkardım.
Koltuğuma yerleştim. Başımı çevirip tüm merakımla genç kadına baktım.
Boynundaki çift sıra inciye gözüm takıldı. Pek kusursuz, ışıltılı
görünüyorlardı. Aile yadigarı olmalı diye düşündüm. Genç kadın ona
baktığımı farketti. Dünyanın en önemli şeyini yapıyormuş gibi usulca
boynundaki inci kolyeye elledi. Tam o anda sinemanın ışıkları
karardı. Film başladı. Ben "Zeynep" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının bazı cümlelerini Ali Teoman'ın Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı adlı kitabından alıntıladım.
12 - Şehrazat
O gün sinemaya giderken görsel ve yazılı medyada kadına şiddet
konusundaki haberlerin yoğunluğu fazlasıyla dikkat çekiyordu. Sadece
memleketimde değil dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi her gün erkeklerin şiddet kullanması yüzünden kadınlar ölüyordu.
Canım oldukça sıkkındı. Sinemanın önünde uzun bir kuyruk vardı.
Biletimi önceden almıştım. Kalabalığı yararak sinema salonuna daldım.
Koltuğuma yerleştim. Etrafıma usulca göz gezdirdim. Hemen önümdeki
sırada, çaprazıma düşen koltuktaki kadının kuzguni siyah, uzun, gür
saçları hoşuma gitti. Acaba bu saçların sahibi nasıl bir surete sahipti?
Kadın sağ elini ensesine soktu. Saçlarını arkaya atarken başını yana
çevirdi. Siyah kalemle iyice belirlenmiş ceylan gibi kapkara, derin,
mânâlı gözleri vardı. Hayret ederek bakakaldım. Adeta bir doğu
masalından fırlamış gibiydi. Ona merakla baktığımı sezdi. Bana dönüp
kocaman gülümsedi. Sanki güümseyince yüzünde güller açtı. Hemen
karşılık verdim. Ben de ona gülümsedim. İnci gibi bembeyaz dişleri,
kiraz gibi dudakları, kuğu gibi incecik boynu, keman misali yay gibi
kaşları vardı. Sanki ağlayıverse gözünden inci mercan dökülecekti.
Yürüyüverse yerde çayır çimen bitecekti. Kadının bu masalsı hâli,
günümüzden yedi yüzyıl kadar önce anlatılmış, 1001 Gece Masalları'ndaki Şehrazat'ı
aklıma getirdi. Karısı tarafından aldatılan, saraydaki tüm erkeklerin
de eşleri tarafından aldatıldığını düşünen bir hükümdardır Şehriyar.
Önce karısını öldürür. Sonra kadınlara karşı o denli öfke, kin ve korku
hisleriyle dolar ki her gece bir kadınla birlikte olur. Ve sabahına
kadını öldürtür. Memlekette kadın sayısı gün be gün azalmaktadır.
Vezirin kızı olan Şehrazat kendini feda eder ve hükümdarla birlikte
olmak istediğini söyler. Ancak tek şartı vardır. Her gece masal
anlattığı kız kardeşine hükümdarın yanında son kez masal anlatacaktır.
Hükümdar isteğini kabul eder. Şehrazat masal anlatmaya başlar. Gün
ağarırken masalı en heyecanlı yerinde keser. Hükümdar devamını
anlatmasını ister. Şehrazat ancak geceleri masal anlatmaktadır. Gece
olmasını beklerler. Bu masal anlatma durumu gecelerce, aylarca,
yıllarca sürer. Şehrazat'ın anlattığı masallardaki erkekler de,
öldüren, saldırgan, kadın döven kişilerdir. Şehrazat hükümdarın içinde
bulunduğu açmazı sezmiş, sevmeyi bilmeyen, kadınları öldürmeyi kendine
iş edinen bir erkeğin öfkesini ve zalimliğini yokedebilmeyi, erkeğin
içindeki çocuğu farketmesini ve bir kadını sevmeye tekrar cesaret
edebilmesini belki anlattığı, benzer, ertelenen masallarla
gerçekleştirebileceğini hayal etmişti. 1001 Gece Masalları, her masal
gibi mutlu sonla biter. Sahiden 1001 gecenin sonunda Şerazat'ın hayali
gerçek olur. Hükümdarın kadınların iyiliğine olan körlüğü ortadan
kalkar. Kadınlar kötüdür, ön yargısını kırar. Yüzyıllar önce
anlatılan bu masaldaki erkek, günümüzdeki erkekler gibi kafasındaki
vesvese, endişe, korkuları yenebildiği an sevebilmeyi öğrenebilmekte,
kadına şiddet uygulamaktan vazgeçebilmektedir.
Aniden
kocaman bir "gonk" sesi duydum. Etrafıma bakındım. Salon tıklım tıklım
dolmuştu. Kadın mavi pardesüsünü çıkararak koltuğunun arkasına koydu.
Gözgöze geldiğimizde boş bulundum. "Ben bir öyküseverim." dedim. Güldü.
Kiraz dudakları aralandı. İnci gibi dişleri gene göründü. Boynunu nazlı
bir ceylan gibi bana doğru çevirdi. Sevinçli bir bilgiçlikle "Öyküler
dünyayı değiştirebilir." dedi. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı.
Film başladı. Ben "Şehrazat" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
11 - Şahmeran
O
gün Filmekimi için İstanbul'a gittiğimde, peş peşe üç film
seyredecektim. Üzgündüm. Sevdiğimin beni aldattığını o sabah
öğrenmiştim. Madem bana bir söz vermişti, sözünde durmalıydı. Sözünde
durmayacaksa, en baştan kendini belli etmeli, "istersen hiç başlamasın"
tavrını takmalıydı. Ayrılık sevdaya dahildi elbette. Her sevda mutlu
sonla bitmezdi ya ayrılık yaşanabilirdi... Hatta ölüm bile... Ama
ihanetin de sevdaya dahil olduğunu yeni öğrenmiştim. Bu taze acı
değişikti. Resmen yüreğimi jiletlemişti. İhanetin acısı genişlemiş,
dalga dalga bütün bedenime yayılıvermişti. Gözüm Beyoğlu'nu dahi
görmüyordu. Pek kendimde değildim. Puslu hayaller içindeydim. İkinci
filmden sonra dışarıda bekleyemedim. Erkenden Emek Sineması'ndaki
üçüncü filmi seyredeceğim salona girdim. Yerimi buldum. Oturdum.
Koltuğuma yerleştim. Salonda benden başka kimse yok diye düşünmüştüm.
Sırtımda ne olduğunu anlayamadığım dondurucu bir esinti hissedince,
başımı arkaya çevirdim. Bir kadınla gözgöze geldim. Müthiş güzeldi.
Sinemanın loşluğunda yüzü bembeyaz teniyle parlak bir dolunay gibiydi.
Dümdüz siyah saçlarını iki omuzundan aşağıya salmıştı. Kara kalem
çekerek gözlerini iyice ortaya çıkarmıştı. Kadının bakışları gözlerime
değince, yüreğimde tuhaf bir sızı hissettim. Acaba biz kadınlar
yaralarımızdan mı tanırız birbirimizi? İhanete uğramış, uzak ve mağrur bir edayla, bana, içime baktı. Bir anda o kadının bir Anadolu efsanesinde geçen Şahmeran olduğunu farzettim. Vaktiyle
binlerce yılanın yaşadığı bir mağarada, yılanların kraliçesi olarak
yaşamını sürdürmekteydi. Bedeninin üstü kadın altı yılan şeklindeydi.
Efsaneye göre arkadaşları tarafından ihanete uğrayıp, kör kuyuya atılan
bir adam, insanlardan gizlenen Şahmeran'a tesadüfen denk gelmişti.
Şahmeran ile adamın birbirlerine ilk görüşte sevdalanmış olduklarını
hayal ettim. Uzun zaman mağarada birlikte yaşamışlardı. Bir süre sonra
adam yeryüzünü özlediğini söyledi. Şahmeran adamın yeryüzüne çıkmasına
önce izin vermedi. Eğer insanlar yerini öğrenirlerse, Şahmeran'ı
kesinlikle öldürürlerdi. Çünkü Şahmeran'ın eti insana şifa ve saltanat
gücü verecekti. Adam kimseye bir şey söylemeyeceğine söz verdi.
Şahmeran'ın yarısı yılan olsa da, yarısı kadındı. Kadın olan yanıyla
adama inandı. İhanet etmeyeceğini sandı. Adamı yeryüzüne gönderdi.
Hikayenin dönüp dolaştığı yer belliydi. Tabii ki insanoğlunun ihaneti...
Nitekim efsaneye göre adam sözünü tutmadı. Şahmeran'a ihanet etti.
Birdenbire aklıma Şahmeran'ın öldürüleceği geldi. Yılanlar acaba
Şahmeran'ın sonunu bilmiyorlar mıydı? Yoksa o gün
bugündür yılanlar kraliçeleri Şahmeran'ı mı arıyorlardı? İnsanoğlu
Şahmeran'ın şeklini eşyalara işliyor, tablolara resmediyordu ya... Yoksa
insanoğlu yılanların öcünden korktuğu için, Şahmeran'ın halen
yaşadığına yılanları inandırmaya mı çabalıyordu? Bunları düşününce uçurum derinliğinde bir sızı kapladı yüreğimi. Korktum ben.
Endişeyle
etrafıma bakındım. Salon tıklım tıklım dolmuştu. Derin bir iç çekerek
"Oh!" dedim. Sevindim. Kafamı usulca arkaya çevirdim. Tüm merakımla
kadına baktım. Kadın oturduğu yerde bir yılan gibi kıvrıldı. Dünyanın
en önemli konuşmasını yapıyormuş gibi tıslayarak bir şey fısıldadı.
Dudaklarına dikkat ettim. Yüzünde ihanetin ızdırabını hissettim. Gene
de yarısı kadındı ya, "Onu ilk görüşte sevmiştim, zaten hep ilk görüşte
sevdim ben!" dediğini zannettim. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Şahmeran" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: "Onu ilk görüşte sevmiştim, zaten hep ilk görüşte sevdim ben!" cümlesini Murathan Mungan'ın Cenk Hikayeleri adlı kitabından alıntıladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder