10 - Ece
Eski
huyumdur. Çocukluğumdan beri insanları seyretmeyi severim. Bu huyum
sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema
perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim
olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider.
Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film
başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa
rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların
suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine
kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini
sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur.
İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına
erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu
insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları
vardır diye aklımdan geçiririm.
Filmekimi için İstanbul'a gittiğimde arabamı park etmiş, ansızın
bastıran sağanağın altında telaşla sinemaya doğru yürüyordum. Bir BMW,
yoldaki suları üzerime sıçratarak ani bir frenle durdu. Otomobilden
önce bir adam indi. Öfkeyle baktım suratına. Beni farketmedi. Üst dudağı
bir bıçak kesiğini andırıyordu, dümdüzdü. Serçe parmağında altın bir
yüzük vardı, parmakları kıllıydı. Arabanın arka kapısını açtı. Bir kadın
indi. Kadın beklenmedik bir buyrukla adama "Bana bir kaç tane Samsun
bırakın." dedi. İşte o anda bu kadını Tomris Uyar'ın Yaz Şarabı adlı öyküsündeki Ece
olduğunu farzettim. Ece, öykücüsünün taktığı adla yaşamış ve bir öykü
kişisinden bekleneceği gibi, yazarın saptadığı çizginin dışına
taşmamaya özen göstermiştir diye hayal ettim. Yani sabahları kedisini
beslemiştir. Çiçeklerini sulamayı aksatmamıştır. Koltuğa kurulup gazete
okuyarak olan bitenlere akıl erdirmeye çalışmıştır. Gidilmesi gereken
konserleri, sergileri, şenlikleri kaçırmamıştır. Okuması gereken
kitapları okumuştur. Eve hep zamanında dönmüştür. Kızını bekletmemiştir.
Hiç kimseye şımarmamıştır. İlişkilerde buyruğu alma görevini hep kendi
üstlenmiştir. Aşkı cinselliğin vazgeçilmez koşulu saymıştır. Yaşamı
süresince bağlandığı, bağlanması istenilen bütün değerlere uymaya
çalışmıştır. İyi yetiştirilmiş, görgülü bir kadın olarak, yaşadığı
ihtiyar kentte uygun olmayacağını düşündüğü hiç bir caddeye ayak
basmamıştır. Yine de bir öykücünün uydurduğu bir öykü kişisinden öte
biri olamamıştır: düz, yavan, uslu bir öykü kişisi. Yağmur hiç
dinmeyecek gibiydi. Ben durmuş bu hayalleri kurarken, epeyce ıslanmış
olmalıyım ki fena halde üşüdüğümü hissettim. Gene de kaldırımlara vuran
yağmur insanın içini coşturuyordu. Sokak ışıl ışıldı. Kadın şemsiyesini
açtı. Yürümeye başladı. Arkasından yürüdüm. Şaşırdım. Emek Sineması'nın pasajına girdi.
Filmin
başlamak üzereydi. Hemen sinemaya doğru koşturdum. Benim peşimden
onun da aynı sinema salonuna girdiğini farkettim. Sevindim. Biletçi yerlerimizi gösterdi. Kadın iki koltuk öteme geçti.
Ceketini çıkardı. Koltuğuna yerleşti. Dünyanın en önemli işini
yapıyormuş gibi elinde tuttuğu karta dikkatle baktı. Merakım
iştahlandı. Kafamı uzattım. Sosyal Sigortalar Durağı diye üç kelime
okuyabildim. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Ece" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
9 - Raziye
O gün Filmekimi için İstanbul'a vardığımda filme geç kalacağım diye çok
korkmuştum. Trafik yoğundu. Arabamı zor park edebilmiştim. Tüm
telaşımla pasaja dalacakken, bir kız dikkatimi çekti. Hava soğuktu.
Kız, üzerindeki incecik entariyle Emek Sineması'nın girişindeki
afişlere bakıyordu. Çorapları bile yoktu. Durdum. "Üşümüyor musunuz?"
dedim. Bana gülümseyerek baktı. "Ben mi?" dedi. Evet dercesine kafamı
salladım. "Ne bileyim." dedi. Bu cevabı işittiğimde onun Melih Cevdet Anday'ın Raziye adlı
romanındaki kız olduğunu farzettim. Saçları kara, uzun, gözleri
yeşille kurşuni arası, yüzü buğdaysı, etine dolgun, uzun bacaklı bir
kızdı. Öyle, güzelliği sonradan, tanıdıkça, yavaş yavaş anlaşılan
kızlardan değildi. Gözümü alamıyordum. Deniz gibiydi, ne yandan bakarsan
bak, deniz, öncesi sonrası olmayan. "Elimde fazla bir bilet var.
Arkadaşım gelmedi. Film Roma tarihiyle ilgili. Seyretmek ister misiniz?"
diye sordum. Önce gene "Ben mi?" dedi. Sonra "Bilmem." diye cevap
verdi. "Roma tarihini kitaplardan okudum. Okudum okudum, çingene lafı
geçmedi hiç. Ben de sıkıldım okumaktan. Hepsinden sıkıldım ya... Bütün
derslerden..." dedi. Durdu. Bu kez gözlerime, ama bana baktı. İki eliyle
saçlarını arkaya attı. Boynuma sarıldı. Önce ağlıyor sandım, oysa
gülüyordu, sevinçten deli gibi gülüyordu. Öpücüklere boğuyordu beni.
Doğallığı hoşuma gitti. Aynı kitaptaki kız gibi yalana gerek duymayan
biriydi. Her davranışı, her sözü ile, her bakışı ile bir çingene, başka
bir şey değil. Bir süre sonra beni de bir neşe sardı. Bir eliyle saçını
kulağının arkasına itti. Bileti uzattım. "Geç kalıyoruz filme. Haydi
girelim mi?" dedim. Dünyada onu korkutan hiçbir şey yok gibiydi. Nerde
olsa, ne durumda olsa, yaşayacağını yaşardı o.
Önce hiçbir zaman unutamayacağım o tatlı kayıtsızlığı ile: "Ne
bileyim," dedi. Sonra bileti elimden aldı. Koşarak sinemaya girdi.
Filmin başlamak üzereydi. Önüm sıra yürüdü.
Kayıtsız gözlerle etrafına baktı. Biletçi yerimizi gösterdi. Yanyana
oturduk. Koluna usulca dokundum. "Seni sevdim." dedim. Gözlerimin içine
gözünü dikip bakakaldı. "Ben de seni," dedi. Cevabı öyle sıcak, öyle
içtendi ki, düşüncelerimin, kuruntularımın, kaygılarımın tümünü sürüp
götürdü.
Elbisesinin yakasından elini göğsüne soktu. Beyaz bir mendil çıkardı.
Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki mendile dikkatle
baktı. Sonra açıp kucağına yaydı. Mendile gözucuyla baktım. Bir
köşesinde "Vedia" diğer köşesinde "Raziye" yazıyordu. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Raziye" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
8 - Alev İpek
Filmekimi
için Beyoğlu'na gittiğimde, biletimi almak için Atlas Sinaması önünde
sıramın gelmesini bekliyordum. Bu arada etrafımdaki insanlara bakıp
zaman geçiriyordum. Pasajın dışında sigara içmekte olan frapan giysili
bir kadın dikkatimi çekti. Orta yaşın kıyısında olmalıydı. Boyu bir
yetmişe yakındı. Uzun boyuna göre bacaklarının orantısız kısalığını
farkettiğim an bu kadını, Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı romanındaki, ağzı kötülüklerle dolu kahramanı, kara sinemacı Alev İpek
olduğunu farzettim. Kadına göz ucumla baktım. Belki çocuk yaşından
beri hayali iki uzun bacağa sahip olmaktı, diye aklımdan geçirdim.
Bacakları inceleceği ve uzayacağı yerde, boyları neredeyse çocuk
yaşındakilerle aynı kalmıştı. Üstelik biraz da kalınlaşmaları onu iyice
çileden çıkarmıştır, diye hayal ettim. O nedenle belki pantolon fazla
giymemişti de, frapan elbiseleri tercih etmişti. Bu tarz elbiseler
içinde boğuluyor ve kıvranıyordu belki. Boyalı saçlar, topuklu
ayakkabılar arasında sıkışıp kalmıştı. Gözlerimle değil yüreğimle
baktım. Güzeldi aslında, hiç de çirkin değildi. Ama belli ki vücudundan
hoşnut değildi. Bunu kadınlığının bir cezası olarak düşünüyordu. Çünkü
ona göre kadınların en büyük arzusu güzellikti. Sanırım en çok ellerini
beğeniyordu. Parmakları ince ve narindi. Dışarıdan bakıldığında
görülmeyen taraflarının görünenlerden daha güzel olduğunu düşünüyordu.
Sinemacıydı. Genç yaşta kara filmler çekmişti. Şimdi ısrarla sadece iki dudağının ortasında soluk ve sıvı almasını sağlayacak küçük bir delik bıraktırarak, ağzının kalan kısmının dikilmesini arzu ediyordu. Acaba
kadın geçmişte çok günahlar işlemişti de kendine "susma cezası" mı
vermek istiyordu? Aslında Tanrı konuşmak için değil susmak için mi
vermişti ağzı insanlara? Sükûtun değeri belliydi: Altın. Yoksa konuşmak
insana verilmiş en büyük ihtiras mıydı? İnsanın korkunç söz deneyimi,
nasıl bir aşamaya gelmiş olmalı ki orada susmak değerli olsun ve altın
katına çıksın?
Filmin başlamak üzereydi. Önüm sıra sinemaya yürüdü. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Dişleriyle dudaklarını çok sert bir biçimde ısırdı. Şaşırdım. Ardından elbisesinin
yakasındaki toplu iğneyi ısırdığı dudağına batırdı. Usulca elini
ceketinin sağ cebine soktu. Kanayan dudağını silmek için mendil
çıkaracağını zannettim. Hayır. Bir beyaz kağıt çıkardı. Dünyanın en
önemli işini yapıyormuş gibi elindeki kağıda dikkatle baktı. Sonra iyice
buruşturup yere attı. Yerden kağıdı aldım. Açtım. Kağıtta sadece iki
kelime yazıyordu. "Vadeli rüyalar"... Biletçinin gösterdiği koltuğa
oturdum. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Alev İpek" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
7 - Nesibe
Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğimde, Emek Sineması'ının
girişindeki film afişlerine bakan kız gözüme ilişti. Onaltı - onyedi
yaşlarındaydı. Güzel ütülenmiş ak bluzu, renkli karelerle bezeli eteği,
sıkı taranıp atkuyruğu bağlanmış saçlarıyla, daha çok babasını ya da ağabeysini bekleyen iyi bir aile kızı görünümü veriyordu. Yanağındaki kırmızılığı eliyle kapatmaya çalıştığını anladığım an, onun Füruzan'ın Benim Sinemalarım adlı öyküsündeki Nesibe
olduğunu farzettim. Ailesi yoksuldu. Okuyamamış, Beyoğlu'nda bir
dükkanda çalışmaya başlamıştı. Sinemayı çok sevdiğini hayal ettim. Kendi
yaşadığı mahalleyi, evi beğenmiyordu. Sinemada seyrettiği yerlere
gitmek, filmlerdeki hayatları yaşamak istiyordu. Sevdiği genç
denizciydi. Onunla birlikte Mısır'a, Afrika'ya gidebileceğini
düşünmekten mutluluk duyuyordu. Filmlerdeki hayatları kendi hayatında
gerçekleştiremeyince öfkeli ve hırçın olmuştu. Ne yazık ki varoşlarda
yaşayan kızları şehir hayatının cazibesi etkiliyordu. İstedikleri hayatı
yaşamaya kalktıklarında bunu bedenleriyle ödemek durumunda
kalabiliyorlardı. Nesibe annesi ve babasıyla yaşıyordu. Annesi namuslu
görünse de iki yüzlü bir kadındı. Para gelecek diye kızın yaşlı
erkeklerle gezindiğini bildiği halde ses çıkarmıyordu. Ama genç bir
erkek arkadaşı olmasından rahatsızlık duyuyordu. Annesi kocasına bu
genç çocuğu söylecekti. Babası o gece kızı fena halde dövecekti. Acaba
kızın örtmeye çalıştığı yanağındaki kırmızılık, babasından korunamadığı
ilk tokatın kabarıklığı mıydı?
Saçındaki
gevşemeye yüz tutan tokasını sıkıladı. Bakışlarıyla caddeyi taradı.
Bakmasını direnerek sürdürdü. Filmin başlama saati gelmişti. Önümsıra
sinemaya yürüdü.
Kederli gözlerle etrafına bakındı. Çantasından mendilini çıkardı.
Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki mendile baktı. Tükürüp
ıslattı, yanağında katılaştığını düşündüğüm acının üstüne bastırdı.
Biletçinin gösterdiği koltuğa oturdum. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Nesibe" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
6 - Hayalet Oğuz
Bu yıl Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğim ilk gün, Emek Sineması'na
girdiğimde film başlamak üzereydi. Daha yerimi bulamadan salonun
ışıkları kararmaya başlamıştı ki, biletçi elindeki fenerle oturacağım
koltuğu işaret etti. Gösterdiği yöne baktım. Sıranın ortalarıydı. Çoktan
koltuklarına yerleşmiş seyircilerin önlerinden, mahcubiyet içerisinde,
"Afedersiniz" diye diye oturacağım yere geçtim. Ceketimi çıkarırken sol
yan koltuktaki seyirciye baktım. İncecik, varla yok arasında,
zayıflıktan ölecekmiş gibi duran bir adam oturuyordu. Koltuğuma iyice
yerleştim. Ön koltukta oturan kadın başını arkaya çevirerek salona göz
atmaya başladı. Bir an yanımdaki adamın bakışlarına takıldım. Göz ucuyla
iyice baktım. Adam bu güzel kadına sanki annesi, arkadaşı ve aynı
zamanda sevgilisiymiş gibi baktı. Kadın ise onu hiç fark etmedi. İşte o
anda adamın Tezer Özlü'nün kitaplarında okuduğum Hayalet Oğuz
olduğunu farzettim. Beş yaşında annesi terk etmişti. Hayat kendi
mecrasında bir şekilde akıp gitmişti. 1970 yıllarına gelindiğinde
Beyoğlu'nun müdavimlerindendi. Evini sırtında gezdiren biri olmalı diye
düşündüm. Hayatında hiç ev almayan, ev kiralamayan, eşya almayan, eşya
tamir ettirmeyen, belki de bir tek mobilya mağazasına girmeyen, pasaport
almayan, evlenmeyen, boşanmayan, kimseyi gebe bırakmayan, canlı ve
cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmayan, resmi dairelere girip
çıkmayan, örgütçülüğe inanmayan, her türlü dayatmaya isyankar,
tutunamayan değil bile isteye tutunmayan, bireysel baş kaldırı örneği.
Yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirecekti.
Ama konukluğu bir kelebek gibiydi. Kendini hiç belli etmemeye çalışır,
hiç bir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve
gelirken çiçek ve pasta getirirdi. Yaptığı çevirilerle, yazdıklarıyla
kim bilir Türk edebiyatına kazandırdığı ne çok kitap vardı? Kim bilir
sinema dünyasına ne mühim katkılar yapmıştı? Birden Hayalet Oğuz'un kırk altı yaşında kırk altı kilo olarak öldüğü aklıma geldi. Ürktüm.
Adam
oturduğu yerde kıpırdandı. Kayıtsız gözlerle etrafına bakındı. Sağ
elini montunun cebine soktu. Usulca cebinden çıkardığı elinde,
İngilizce polise bir roman vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş
gibi o kitaba dikkatle baktı. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Hayalet Oğuz" olduğunu farzettiğim adamı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Tezer Özlü'nün Eski Bahçe - Eski Sevgi adlı kitabındaki bazı cümleleri bu yazıya alıntıladım.
5 - Sema
Genç kız oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Sağ elini elbisesinin cebine soktu. İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, o sarı noktalardan bir tane vardı. Yapışkanlı kağıdını çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi sarı noktaya dikkatle baktı. Sonra parmağının ucundaki sarı noktayı, yüreğinin bulunduğu yerin üzerine yapıştırdı. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Sema" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
4 - Sevgili Bayan Arvandak
O gün Emek Sineması'na gittiğimde önümde oturan kızın saçlarının rengi dikkatimi çekti. Kızılla siyah arasıydı. "Kimbilir güneşte ne güzel görünüyorlardır." diye düşündüm. Acaba kendi mi boyuyordu? Gerçek rengi, mutlaka sokaklardaki su birikintilerinin soluk kahverengisi gibi bir şey olmalıydı. Acaba bembeyaz teniyle bu saç renginin uyuşmadığını ilk kendisi mi akıl etmişti? Niyeyse, önce dikkat çekmek için sarıya boyatmış olmalı, diye aklımdan geçirdim. İşte o anda onun Şebnem İşigüzel'in Sevgili Bayan Arvandak adlı öyküsündeki genç kadın olduğunu farzettim. Saçlarını sarıya boyatınca, yüzünün solukluğunu, takma kirpikler, koyu renk rujlar ve renkli pudralarla yenmeye çalışmış olmalıydı. Bu şekilde mutlu olamayınca, saçının eski rengine dönmesi için, mutlaka bir yıl boyunca kafasında uzun siyah bir perukla dolaşmıştı. İki yıl önce çalıştığı markete gitttiğinde, kendisinin yerinde kasada oturan genç kızın kendisinden daha koyu bir çamurlu su rengindeki saçlarını gördüğünde, kızın saçını okşayıp "Sakın saçlarını sarıya boyayıp takma kirpikler takma ve hep kasiyer kız olarak kal." demiş olacağını hayal ettim. Belki kasadaki kız onun arkasından bakmış ve deli olabileceğini aklından geçirmişti. Ama o dışarıya çıktığında kasadaki kıza bu sözleri söylediği için kendini daha rahat hissetmişti. Acaba o yılın sonunda mı başındaki peruğu atıp saçlarını şimdiki rengine boyatmıştı? Saçlarının diplerinden çamurlu sulara benzeyen kendi saçları görünür olduğuna göre, anlaşılan boya zamanı geçen saçlarını eski rengine döndürmeye çalışmaktaydı. Doğallık ne güzeldi. Sonunda bunu öğrenmişti öğrenmesine ama artık çok geçti.
Onu
incelediğimi fark etmiş olabilir mi? Çünkü başını çevirip bana baktı.
Göz göze geldik. Göz göze geldiğimizde anladım onu ne çok
kırdıklarını... Bakışları hüzünlendirdi beni. Alnında derin çizgiler
vardı. Sonra bütün bu derin yatay çizgiler kaşlarının tam ortasından
geçen daha kuvvetli bir çizgiyle bölünüyorlardı. Büyük bunalımlar
yaşamış gibi geldi. Ne çok çabalamıştı kimbilir eski kendisi olmak
için. Başından kimbilir ne acı olaylar geçmişti? Saçını eski rengine
döndürmek için çabalarken, derisini değiştirmeye çalışırken debelenen
kerkenkeleler gibi hissetmişti belki kendini. İyice dikkat ettim.
Saçları hafif ıslaktı. Tıpkı yağmurun altında uzun süre yürüyüp de
ıslanmış, sonra bodrum katlarındaki loş kafelerin birisinde kahve
içerken kurumuş gibi. Sonra öyküdeki doktor aklıma geldi. Hani evde hem
sevgilisini hem de kadavrasını beklerken kapı çalınır ve o gelir...
Hani doktor "Seni ilk gördüğümde..." diye anlatmaya başlar... Okuyucu
anlayamaz kimin geldiğini... Gelen doktorun sevgili misidir yoksa ölü
bir kadının bedeni mi? Ne şaşırtıcı bir öyküydü sahi? Sinemada nereden
aklıma geldi?
Tam
bunları aklımdan geçirirken genç kadın oturduğu yerde huzursuzca
kıpırdandı. Etrafına şüpheci gözlerle baktı. Sağ elini elbisesinin
cebine soktu. İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı
elindeki kartta "kadavra" yazıyordu. Dünyanın en önemli işini
yapıyormuş gibi elindekine dikkatle baktı. Tam o anda sinemanın
ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Bayan Arvandak" olduğunu farzettiğim genç kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Şebnem İşigüzel'in Hanene Ay Doğacak adlı kitabındaki, Sevgili Bayan Arvandak öyküsündeki cümlelerin bazılarını bu yazıya alıntıladım.3 - Galip'in Sesi
Emek Sineması'na
girdiğimde, özür dileyip izin isteyerek önümden geçip yanıma oturan genç
adamın düşürdüğü kartviziti eğilip yerden aldım. "Düşürdünüz." diye
kendisine uzattım. Elinde tuttuğu ikinci sayfasındaki köşe yazısı
okunacağı küçüklüğe getirilinceye kadar özenle katlandığı belli olan
gazeteyi dizlerinin üzerine bıraktı. Esrarengiz bir ses tonuyla
"Teşekkür ederim." dedi. Aldı. Gömleğinin sol üst cebine usulca
yerleştirdi. Film başlamak üzereydi. Işıklar ha sönmüş ha sönecekti. Belli etmemeye çalışarak göz ucumla ona baktım. Bana Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ındaki kahramanı Galip'i
hatırlattı. Hayal etme çarklarım birdenbire çalışmaya başladı. Avukat
olmalı diye aklımdan geçirdim. Dedeler, nineler, amcalar, amca çocukları
ve akrabalarla bir zamanlar büyüdüğü Nişantaşı'ndaki apartmanda
yaşadığını ve amcasının kızı Rüya ile evlenmiş olacağını hayal ettim.
Rüya'nın Miliyet Gazetesi'nde köşe yazarı olan bir üvey ağabey'i
vardır: Celal Salik. Ve bu genç adam mutlaka ona hayrandır. Rüya ardında
yeşil tükenmez ile yazılmış on dokuz kelimelik bir mektup bırakarak
kocasını ve evini terkedince, avukat olduğunu düşündüğüm bu adamın,
İstanbul sokakalarında karısı Rüya'yı arıyorken, film süresince
dinlenmek amacıyla sinemaya girmiş olabileceğini farzettim. İtiraf
etmeliyim ki ürkmüştüm. Bana teşekkür ederken fısıltıyla çıkardığı sesi
ne tuhaftı!
Acaba benimle hangi sesiyle konuşmuştu? Benim basit kişiliğim dediği birinci sesiyle mi? Hani herkese gösterdiği, herkesle birlikte aile yemeklerinde sofraya oturduğu ve herkesle birlikte yemekten sonra sigara dumanları arasında dedikodu yaptırdığı sesiyle. Günlük hayata ilişkin ayrıntıları bu kişiye borçlu olduğu sesiyle... İkincisi, belki olmak istediği kişiydi: Bu dünyada huzur bulamayan, bir başka dünyada yaşayan ve bir başka dünyanın sihrine bulanmış hayranlık verici kişilerden yürüttüğü maske. Önce bir taklidi, sonra kendisi olmak istediği bu kahramanla fısıldayarak söyleşme alışkanlığı olmasaydı, bu kahramanın kulağına fısıldadığı kelime oyunlarını, bilmeceleri, alayları, iğnelemeleri kendi aklına takılan nakaratları söyleyen bunaklar gibi tekrarlama alışkanlığı olmasaydı, günlük hayata dayanamayıp bir çok mutsuz gibi bir köşeye çekilerek ölümü bekleyecekti belki... Kim bilir? Üçüncüsü ise objektif üslup, subjektif üslup dediği bu iki kişiliğin ulaşamayacağı âlemlere görürüyordu onu belki... Karanlık kişilik, kara üslup! Taklitle, maskeyle yetinemeyecek kadar mutsuz olduğu zamanlarda neler yapardı acaba?(s327-328)
NOT: Yazıda Kara Kitap'ın bazı cümlelerini kullandım.
2 - Füsun
O gün Emek Sineması'na gittiğimde sol ön tarafta oturan kızın suretine yansıyan örselenmiş ruh hali, mağdur ve hüzünlü duruşu, bana onun Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanındaki kadın kahramanı "Füsun"
u hatırlattı. Yüzünün sadece sağ yanını görebiliyordum. Dikkatlice
baktım. Sanki oydu. Hayal etme çarklarım birdenbire çalışmaya başladı.
Bu masum görünümlü genç kadın kendisinden on iki yaş büyük zengin
akrabasıyla Nişantaşı'ndaki bir butikte karşılaşmıştır diye aklımdan
geçirdim. Üniversite giriş sınavına hazırlanmak niyetiyle, matematik
dersi verme teklifini kabul etmiştir. Ve kimbilir hangi düşüncelerle Merhamet Apartmanı'na
gitmiştir. Gidebilsem bu dairede çocuğun annesine ait sakladığı eski
eşyalarla birlikte kızın kullandığı eşyaları bulabilirdim. Eğer Merhamet Apartmanı'nda
onunla aşk ilişkisine girmeseydi, şimdi hem böyle yaşayabileceğini hem
de meslek sahibi bir kadın olabileceğini hayal ettim. Orhan Pamuk romanında, apartmanın adını haybeye Merhamet koymamış olmalı... Çünkü Masumiyet Müzesi adlı roman, bir aşk hikayesi anlatıyor gibi görünse de, bana göre "delice aşık olduğu kadının hayallerinin ne olduğunu anlamak yerine, onun hakkında hayaller kuran"(s280); türlü bahanelerle memlekette her gün üç kadın öldüren erkek egemen kültürün yarattığı bir merhametsizlik destanı.
Tam bunları aklımdan geçirirken genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Etrafına ürkek gözlerle baktı. Sağ elini eteğinin cebine soktu. İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, ölümünü kolaylaştıracak sürücü ehliyeti vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindekine dikkatle baktı. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Füsun" olduğunu farzettiğim genç kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazıda Masumiyet Müzesi'nin bazı cümlelerini kullandım.
1 -Meşhur Soğuk Suphi
O gün sinemaya gittiğimde sağ ön tarafta oturan yaşlı adamın o tuhaf huzursuzluğu ve asabi duruşu, bana onun Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanında anlattığı "Meşhur Soğuk Suphi" olabileceğini düşündürdü. Yüzünün sadece sol yanını görebiliyordum. Dikkatlice baktım. Evet kesinlikle oydu. Hayal etme çarklarım derhal çalışmaya başladı. Gördüğü bütün kibrit kutularını alıp biriktiren biridir, diye aklımdan geçirdim. Eğer gitsem, evinde odalar dolusu kibrit kutusu bulabilirdim. Karısı onu bırakınca böyle olduğunu farzettim. Tam bunları aklımdan geçirirken adam oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Etrafına ürkek gözlerle baktı. Sol elini ceketinin cebine soktu. İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, bir kibrit kutusu vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi kibrit kutusuna dikkatle baktı. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Meşhur Soğuk Suphi" olduğunu farzettiğim adamı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder