Son zamanlarda seyrettiğim filmler sayesinde bir kez daha anlamış bulunmaktayım ki ülkeler, isterse Dünya Barış Endeksi'ne göre en barışçıl ülkeler seçilsinler, ister mutluluk, refah ve konfor ölçümleri tavan yapsın, isterse dünyanın en saygın koca koca üniversiteleri bu ülkelerdeki hayatın huzur içinde olduğunu, en demokratik sistemlerin bu ülkelerde olduğunu ispatlayacak tezler ortaya atsınlar, makaleler, kitaplar yazılsın... İstendiği kadar bu ülkelerdeki insanlarının birbirlerine saygılı ve nazik davrandığı anlatılsın... Meğer biz kadınlar için değişen hiç bir şey yokmuş... Meğer pek çok erkeğin kafalarının içindeki kadınlara uygulanan o kadim şiddet hisleri, ülkelerin mutluluk, huzur, konfor, barışçıl ortam, en demokratik sistem modelleri içinde bile değişmiyormuş... Bilakis sanki bileyleniyormuş bile diyebilirim. Ne fena! Of, şimdi bunları yazdıkça yüreğim sıkıştı vallahi. Nedir bu? Nedir bazı erkeklerin asırlardır kadınlara karşı bu dipten giden çekememezliği? İlk şokumu geçen yıl Ejderha Dövmeli Kız adlı filmi seyrederken yaşamıştım. Söylesene, İskandinav ülkeleri hayatlarından en memnun, en huzurlu, devletleriyle en barışık ülkeler değil miydi? Ne bileyim, hatırlasana... Kaliteli eğitim, sağlık sigortaları, iş imkanları ya da işsizlik yardımları filan... Breh breh! Evet, öyle... Ejder Dövmeli Kız bir İsveç, Danimarka ortak yapımıydı. Film İsveç'te geçiyordu. Bu filmde seyrettiğim kadınlara yapılanlar şiddet ve eziyetin dehşeti karşısında donakaldığımı bugün gibi hatırlıyorum.
Bir kadın olarak bu film o kadar canımı acıtmış o kadar üzmüştü ki beni, erkeklere inancımı tekrar diriltmek için Filmekimi'nde seyrettiğim bir Kazakistan filmi olan Tulpan'ı aklıma getirmiştim. Tulpan, harbiden elektriksiz, susuz, telefonsuz, her türlü imkandan uzak, çadırda yaşanılan Kazakistan'ın steplerinde geçiyordu. Ve o konforsuz, sistemsiz çöl ortamında erkeklerin kadınlara gösterdiği hürmet insanı hayrete düşürüyordu. Bu ne demek oluyordu şimdi? Kafam karışmıştı. Eğitimin, görgünün, refahın, her türlü niğmetin, hakkın, özgürlüğün olduğu ülkelerde kadına saygının zirve yapması gerekmiyor muydu?
Son Filmekimi'nde seyrettiğim Melancholia adlı film, büyülemişti beni. Bir Danimarka filmiydi. Yönetmeni Lars Von Trier'di. İsminden kim olduğunu bilemedim. Filmden çıkarken "Helal olsun, ne hoş bir film çevirmiş" dedim. Dedim demesine ama yüreğimde... nasıl anlatacağımı bilemediğim... filmden kalan... böyle... incecik... kadınlarla ilgili... nebileyim... çok hafif ama... hangi kelimeyle izah edeceğimi çıkaramadığım... minik bi fena koku... azıcık... buna benzer bir his bırakmıştı. Önemsemedim. Öyle feminist düşünceleri olan, erkek düşmanı biri asla değilim. Bilakis insanları kadın erkek diye ayırmam. İnsanlıkları ölçüsünde severim. Sanıyorum memleketimde son zamanlarda kadınların yaşadığı şiddet vaziyetleri, bu konudaki duyargalarımı açtı. Daha önce üstünde durmadığım ya da fark etmediğim durumlara karşı beni hassaslaştırdı.
Daha sonra Lars Von Trier'in Antichrist adlı filmini seyrettim. Filmden sonra "Bu yönetmen kimdir?" diye iyice merak ettim. Filmdeki pornografik görüntüleri ve şiddet içeren sahneleri bir kenara bırakıp söylemeliyim ki, gene bir İskandinav filminde bir Danimarka'lı yönetmen, yüzyıllardır bazı erkeklerin bilinçaltında kadına duyduğu öfkenin boyutlarını ortaya koyan bir film yapmış. Böyle gerilim, dehşet, şiddet içeren filmlerin huzur simgesi İskandinav memleketlerinden çıkması enteresan geliyor bana... Tabii hayatlarını son derece konforlu, huzurlu, sakin, sorunsuz yaşayan, dünyanın niğmetlerinden en fazla faydalanan, doğuştan temel hak ve özgürlüklere sahip olan insanların yaşadığını düşündüğüm bu memleketlerde kadınla ilgili fena vaziyetlerin değişmemesi düşündürücü. Sonra yönetmenin hayatını okudum. Film gibiydi ne yalan söyleyeyim. Üzüldüm. Du bi... İyisi mi ben gene bir Kazak filmi seyredeyim. Allahın steplerindeki çadırlarda bile olsa, dünyanın bir yerlerinde kadınlara verilen hakları ve kadınlara gösterilen hürmeti gözümün önüne getireyim ki kederimi dindirebileyim.
Yukarıdaki yazıyı geçen sene yazmıştım. Dün akşam, gazetede "Kadın cinayetlerinin bir türlü önlenmemesi üzerine şiddet gören kadınların meşru müdafaa haklarını kullanabilmeleri için silah kullanma eğitimine başlandı." diye bir habere denk gelince şaşırdım ne yalan söyleyeyim. Kadına Şiddete Karşı Kadın Kalkanı Projesi hayata geçirilmiş ve öncelikle sığınma evlerindeki kadınlara, kendilerini koruma tekniklerini öğrenebilecekleri ilk kurs çoktan başlamış bile. Haberlerin devamında "Şiddet kalkanı projesi içerisinde hukuku, adli hak arama yolları, bunun yanında öfke kontrolü, biber gazı kullanımı, panik butonu kullanımı, potansiyel katil veya şiddet uygulayıcılarının tuzaklarına karşı nasıl önlemler alınabileceği hakkında derslerle birlikte atış poligonunda silah eğitimi dersi var." diye yazıyordu. Bu haberi okur okumaz, Quentin Tarantino'nun o güzeller güzeli filmi Kill Bill hayalimde canlandı. Bu filmde Gelin'in, kendisine zalimce işkence eden, diri diri toprağa gömen, vicdansızca kızını alıkoyan Bill'e karşı kendini koruyabilmek ve alt edebilmek için, dövüş tekniklerinin büyük ustası Pai Mei'den nasıl savunma dersleri aldığını hatırladım. Zaten geçen haftadan beri, Mimar Sinan Üniversitesi'ndeki Edebiyatımızın Üvey Evladı, Polisiye adlı sempozyuma giderim hayaliyle, Ahmet Mithat Efendi'nin Esrar'ı Cinâyât'ından, Halide Edip'in Yolpalas Cinayeti'ndeki Akkız'ına, Peyami Safa'nın Cingöz Recaisi'nden Çekirge Zehra'sına, Tilki Leman'ına, Şeytan Hadiye'sine kadar polisiyeyle haşır neşirim. Veee... Sempozyumda, iki gündür, sabahtan akşama polisiye üzerine şahane muhabbetler dinlemekteyim. Du bakayım. Polisiye sempozyumunu iyice sindireyim, illa bu konuyla ilgili bir kaç lakırtı daha ederim.
Yukarıdaki yazıyı geçen sene yazmıştım. Dün akşam, gazetede "Kadın cinayetlerinin bir türlü önlenmemesi üzerine şiddet gören kadınların meşru müdafaa haklarını kullanabilmeleri için silah kullanma eğitimine başlandı." diye bir habere denk gelince şaşırdım ne yalan söyleyeyim. Kadına Şiddete Karşı Kadın Kalkanı Projesi hayata geçirilmiş ve öncelikle sığınma evlerindeki kadınlara, kendilerini koruma tekniklerini öğrenebilecekleri ilk kurs çoktan başlamış bile. Haberlerin devamında "Şiddet kalkanı projesi içerisinde hukuku, adli hak arama yolları, bunun yanında öfke kontrolü, biber gazı kullanımı, panik butonu kullanımı, potansiyel katil veya şiddet uygulayıcılarının tuzaklarına karşı nasıl önlemler alınabileceği hakkında derslerle birlikte atış poligonunda silah eğitimi dersi var." diye yazıyordu. Bu haberi okur okumaz, Quentin Tarantino'nun o güzeller güzeli filmi Kill Bill hayalimde canlandı. Bu filmde Gelin'in, kendisine zalimce işkence eden, diri diri toprağa gömen, vicdansızca kızını alıkoyan Bill'e karşı kendini koruyabilmek ve alt edebilmek için, dövüş tekniklerinin büyük ustası Pai Mei'den nasıl savunma dersleri aldığını hatırladım. Zaten geçen haftadan beri, Mimar Sinan Üniversitesi'ndeki Edebiyatımızın Üvey Evladı, Polisiye adlı sempozyuma giderim hayaliyle, Ahmet Mithat Efendi'nin Esrar'ı Cinâyât'ından, Halide Edip'in Yolpalas Cinayeti'ndeki Akkız'ına, Peyami Safa'nın Cingöz Recaisi'nden Çekirge Zehra'sına, Tilki Leman'ına, Şeytan Hadiye'sine kadar polisiyeyle haşır neşirim. Veee... Sempozyumda, iki gündür, sabahtan akşama polisiye üzerine şahane muhabbetler dinlemekteyim. Du bakayım. Polisiye sempozyumunu iyice sindireyim, illa bu konuyla ilgili bir kaç lakırtı daha ederim.
Trier'i severim, severdim ancak "Hitler'i anlıyorum." olayından beri soğuğum. Ancak sinemasına laf söylemeyeceğim. Karakteriyle alakalı biraz sorun. Ben de Melankoli'yi filmekimi'nde izlemiştim bu arada. Bir de Peki Şimdi Nereye'yi izlemiştim üstüne ilaç olmuştu vallahi. Neyse, geçen pazar günü eylem vardı "25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma Günü" adı altında. Öyle işte...
YanıtlaSilAnladım Böcek Yiyen Peygamber, benden ise böyleyken böyle:))
YanıtlaSil