Eski
huyumdur. Çocukluğumdan beri insanları seyretmeyi severim. Bu
huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema
perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim
olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider.
Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır.
Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları
koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim.
İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu
çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman
kahramanlarının izlerini sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan
verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını
görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda
etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları,
ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.
İstanbul'a
sabah erken varmıştım. Harem'den Sirkeci'ye arabalı vapurla geçerken, şehrin
siluetini bozan o ucube gökdelenlere kederle baktım. Kıymeti bilinmeyen bir mücevherdi
İstanbul ve mütemadiyen taşlaşıyordu. Yüreğimi derin bir hüzün kaplamıştı.
Sirkeci'deki müşterimle görüşmemi yaptıktan sonra metrobüse binip, Kılıç Ali
Paşa Camii'nin önündeki durakta indim. Yılların Taksim Meydanı'nda da, ne
olacağını kestiremediğim düzenleme çalışmaları başladığını biliyordum. Kasım
başından itibaren, Taksim Meydanı'ndaki otobüs, taksi ve dolmuşların bekleme ve
yolcu aktarmalarında değişiklik yapılmıştı. Yürüyerek Tophane'den Boğazkesen
Caddesi'yle Finuz Ağa üzerinden Taksim'e çıkmayı kurmuş olduğumdan, tam bozahane
başına gelince, başımı kaldırdığımda, nefeslenen genç bir kadınla göz
göze geldim. Kadın tebessüm ederek yürüdü. Peşi sıra gittim. O
anda bu genç kadını Ahmet Mithat Efendi'nin romanı Felâtun Bey ile Râkım Efendi
adlı romanındaki beyaz köle Canan olduğunu farz ettim. Kitapta okuduğum
gibi uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufarak ağızlı, güzel burunlu, hâsılı
kusursuz bir güzel idiyse de, bir vakitler gayet zayıf ve hastalıklı on dört
yaşında olduğundan öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir şey
değildi. Fakat neydi kızda o baygın bakışlar? Neydi o harika tebessümler? Râkıp
Efendi dayanamamış, o ihtiyarın yanındaki satılık beyaz cariye olan bu çerkez
kızını 100 altına satın almıştı. Çocukluğundan beri kendisine bakan sadık
dadısına can yoldaşı olsun diye satın aldığı için adını Canan koymuşlardı. Kızı
eğitip öğretmeye başlamışlardı. Kızın hâli günden güne değişip, Dadı Kalfa'nın
kadınlığı sayesinde üstü başı düzelmiş, hatta yüzüne de renk gelmiş, güzelliği
artmıştı. Mutfak işlerini gene Dadı Kalfa yapıyordu. Canan ise ortalığı
toparlıyor, haftada bir çamaşır yıkıyor, başka zamanlarda ise giyinmiş kuşanmış
olduğu halde dersleriyle, dikişiyle, piyanoyla vakit geçiriyordu. Dadı
Kalfa, Canan'ı sever, Râkım Efendi ile evlenmesini arzu ederdi. Her ne zaman
bir moda kumaş çıksa, Dadı Kalfa Râkım'a rica ederek mutlaka aldırır, Canan
evde kendisine dikerdi. Ne giyerse kaşık gibi yakışırdı. Günden güne nazik,
tatlı dilli, şen bir kız olup çıkmıştı. Yüzünü gördükçe neşelenmemek ve aşık
olmamak imkansızdı. Doğrusu Türkçeyi gereği gibi değil, layıkıyla dahi öğrenmişti.
Ancak kendine özgü bir şiveyle konuştuğu için insanın içini tatlı tatlı
gıcıklardı. Râkım Efendi her ne kadar kıza kendisi Türkçe konuşmayı, okumayı ve
yazmayı öğretse, Madam Yosefino'dan piyano ve Fransızca dersleri aldırsa da,
Canan'ın yanında dadı olmadan sokak kapısından dışarıya çıkmasına razı değildi.
Yoo, yanlış anlaşılmasın, Râkım Efendi, Canan'ı odalığı gibi kullanmıyor, hatta
hafta geçmeden, Canan'ın kendisine özel olmak üzere en güzel çil paralardan
seksen kuruş veriyordu. İyi ama Canan parayı ne yapacak? Sokağa çıkmaz, hiçbir
şeye ihtiyaç görmez ki harcasın. Tamamen Dadı Kalfa'ya verip, kalfa da bunları
ayrıca biriktiriyor ve biraz kümelendikten sonra yine Râkım Efendi aracılığıyla
kıza bir yüzük veya bir saat, bir kordon, hasılı gereksiz eşyalardan bir şey
aldırıyordu. Sözü uzatmak ne lazım? Bir kibar kadın diyemeyiz ama - Çünkü
Canan'ın kocası yoktu- bir kibar kızdan daha iyi yaşamak, zavallı Canan'a nasip
olmuştu. Yüz yıl öncesine kadar memleketimizdeki bazı kadınlar için bu yaşantı bir şans
gibi düşünülmekteydi. Çünkü 100 altına satın aldığı Canan'ı, sahibi
Rakım Efendi'nin Türkçe, Fransızca, okuma, yazma, piyano öğrendiği için çok
daha pahalıya satmaya hakkı vardı. Alıcı çıkmıştı zaten. 100 altına
aldığı Canan'a, şimdi bin beş yüze teklif vardı.
Genç kadın Atlas Sinema'sının önünde durdu. Afişlere baktı. Pasaja girdi. Ardı sıra gittim. Bilet aldı. Ben de aldım. Sinema kalabalık değildi. Sıra başı bir koltuğa oturdu. Hemen arka çaprazına geçtim. Kadın
oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Sanki "Ey sabâ esme nigârım" diye bir şarkı mırıldanmaya başladı. Şaşırdım. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film
başladı. Ben "Canan" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazımın bazı cümlelerini Ahmet Mithat Efendi'nin 1875 yılında yazdığı Felâtun Bey ile Râkım Efendi adlı kitabından alıntıladım.
yazılarınızı beğeniyorum çok akıcı bir diliniz var.
YanıtlaSilBen ise sizin yemek tariflerinize bayılıyorum:)
YanıtlaSil