14 Nisan 2013 Pazar

Bahar Ve Festival Ve Hasbihal



Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturmuşum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, her zamanki gibi anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bu kez, eski günlerden bahsetmiyorum. Hele çocukluktan hiç başlamıyorum. Bu kez, paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Gözlerimi dikmişim gözlerinin ortasına. 

Derin bir iç çekiyorum.  Bir solukta "32. İstanbul Film Festivali de bitti. Haftada üç günden,  toplam 20 film seyrettim. Resmen film sarhoşluğu var üzerimde. Nasıl şahane bir his anlatamam... Hey... Du bi... 33. İstanbul Film Festivali'ne yetişir miyim acaba seneye, ne dersin?" diyorum. Sen gözlerini kısıyorsun. Belli ki gene söylediklerime şaşıyorsun. Yoo, biliyorsun arada dellendiğimi. Dellenince, omuzlarımı silkip "Daha kaç bahar göreceğiz acaba?" diye söylediğimi... Böyle lafın girizgahında pattadanak söylediğim için şaşırmış olmalısın. Senin o  hayret dolu bakışların hoşuma gidiyor. Gülümseyerek "Sen dünyaya çivi çakmaya niyetlisin belli. Seni boşvereyim… Kendim için ölmeden önce yapmak istediklerimin komik bir listesini hazırlayayım bari.” diye sözlerime devam ediyorum. Şaşkınlığın bir anda siliniyor. Çocuk masumiyeti gelip yüzüne yerleşiyor. Sıcacık tebessüm ediyorsun. Tam dudaklarının kıpırdadığını anladığım an, seni konuşturmuyorum gene. Kaldığım yerden devam ediyorum sözlerime... 


Ah, şimdi... Hemen... Hiç düşünmeden... İlk trene atlasam... " diyorum.  "Yooo… Sakın ha “Nereye?” diye sorayım deme e mi? Ne bileyim? Yüreğimin değil, trenin varacağı yere gidecekmişim sözgelimi. Ah!... Şöyle bir hayal kurmalıyım...  Bak şimdi... Şımşıkırdak giyinmişim, tamam mı, hani nasıl denir, mis gibi...  Düşünsene... Yıllardır çekmecede duran inci kolyemi, boynuma takmayı bile ihmal etmemişim. Kucağımda ortasına geldiğim kitap... Elimde ise lezzeti fevkaladenin fevkinde bir fincan kahve illa  olacak... Yol var ya... Tıkır tıkır su gibi akmalı...  Tren  arada tatlı tatlı çufçuflamalı... Du bi… Sakın acele ettirme… İlkinde değil de üçüncü istasyonda inmeliyim. Bir kır kahvesinin eskimiş tahta sandalyesine ilişmeliyim. Düşünsene… Tepemde  ağaçlar varmış. İlkbaharın şu harikulade günlerindeyiz ya... Ah!.. Dalları bembeyaz ve pespembe çiçeklerle donanmış. Hey!.. Güneşin sıcacık ışınları birer eros oku gibi tenime değmeli...  Yüreğimde  ılık ılık sevda kıpırtıları hissedilmeli.


Acıkmışım. Kahvaltı yapmalıyım. "Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı."  Aynen Cemal Süreya'nın dediği gibi...  Gizliden Sezen Aksu’nun sesini duymalıyım. "Ben her bahar aşık oluruuuum." diye bir nakarat tutturmalıyım. Acaba bu şarkıyı Sezen Aksu mu söylerdi ki? Boşveeer! Neden hatırlamadım diye kafamı hiiç yormamalıyım. Sadece içime tatlı bir hüzün çöreklenmeli. Efkarlı efkarlı derinden bir "ahh!" çekmeliyim. Sonra farketmeliyim ki çayım bitmiş. Hemen kır kahvesindeki çilli çocuğa "Tazeler misin, demli olsun lütfen." diye seslenmeliyim... Kız belli bardakta tavşan kanı çayım gelmeli. Bardağı ince belinden sımsıkı kavramalıyım. Elim yansa bile bardağı tabağa bırakmamalıyım. Çayın kokusu aklımı başımdan almalı. Bir süre iç çekerek kendimden geçmeliyim." diye anlatıyorum sana. Susuyorum. O anda yüzünde hüzünlü bir bulut geziniyor. Durur muyum? Hemen sözlerimi komik makama çeviriyorum. Kıkırdıyorum. “Çayın yanında ne yiyorum bil bakalım?” diye soruyorum. Gözlerini koca koca açıyorsun. Düşünceli düşünceli yüzüme bakıyorsun. “Hiiç bilemezsin. Haybeye o güzel aklını yorayım deme.” diyorum. Şööyle gizlice etrafı kolaçan ediyorum. Sonra gizli bir sırrı paylaşıyormuş gibi usulca eğiliyorum. Kulağına… ” Elbette kendi elllerimle yaptığım, çamurdan köfte ile topraktan pasta.” diye fısıldayıveriyorum. “Hani çocukluğumda sokakta oynarken yapardım ya. Sadece ellerim değil, üstüm başım ne feci çamurlanırdı. Eve dönünce annem “ne bu pasaklı halin?” deyip kızar, koluma yumuşacık bi çimdik atardı. Ağlamazdım. Muzipliğe vururdum. Hemen gözlerimi şaşı yapardım. Şaşı gözlerle annemin gözlerinin içine nazlı nazlı bakardım. Gülerdi annem. "Deli kız! Yapma öyle!" derdi. Ah, dayanamaz, eğilir... Çamurlu yanaklarımı şapur şupur öperdi.” diyorum. Bu hayalim hoşuna gidiyor olmalı… Çünkü sadece dudaklarının değil, gözlerinin kenarları da gülümseyiveriyor. 



 “Hah şöyle! Korkacak bir şey yokmuş değil mi?” diyorum. “Görüyor musun “Acaba daha  kaç bahar göreceğiz?” diye düşünmenin tuhaf güzelliğini…  Baksana insanı durduk yerde nasıl silkeliyor. Eskimiş ömür bilgilerini, tüy gibi havalandırarak teker teker geri getiriyor. 32. İstanbul Film Festival'ine keyifle gittim. 33. süne acaba gidebilecek miyim? diye düşünmek beni kederlendirmiyor. Tam tersine hayatın harcanmayınca biriktirilmediğini farkettirerek yeni hayallere heveslendiriyor." diye sözlerimi bitiriveriyorum.



Yerimden kalıyorum. Boşalmış kahve fincanını elinden  alıyorum. İçimi ılık bir yorgunluk sarmış. O kır kahvesine gidipte dönmüşüm gibi. Üstelik karnım fena halde doymuş. Kendi ellerimle yaptığım çamurdan köfte ile topraktan pastayı, tek seferde  ağzıma atıp silip süpürmüşüm sanki:)
 

2 yorum:

  1. O trene binip o köy kahvesine gidesim geldi. Ağacın altında, hafif bahar meltemi eşliğinde güzel bir kitap okumalı bir de... Ama çay olmasın, hala küsüz kendisiyle. Kahve olsun. Hayal kahvem! :) Tüm hayallerinizi gerçekleştirmeniz dileğiyle :)

    YanıtlaSil
  2. Ne tatlı yorum yazmışsın Mit:)
    Şiir gibi olmuş! Çok sevdim:))

    YanıtlaSil