Sabah sabah amcamın ben henüz yeni yetmeyken anlattığı kısa bir öykü aklıma geldi. Hafıza ne acayip bir kutu sahiden. Anıları dürüp kaldırıyor sanki birbirinden karanlık kuytu çekmecelerine.. Sonra hiç beklemediğin bir zamanda, şak diye sürebiliyor önüne işte böyle. Bak şimdi… Memleketimizin kuş konmaz kervan geçmez bir köyüne, elinde atama emri ile birlikte gelen genç imamın gözlerinin içine, köy halkı ilkin tatlı tatlı bakmışlar. Sonra en meraklı halleriyle adeta soru yağmuruna tutmuşlar. Köylülerden biri büyük bir misafirperverlikle, en çok hangi yemeği sevdiğini sormuş. İmam da tüm samimiyetiyle “Kabak yemeğini çok severim.” demiş. O günden sonra köylüler birbirlerinden habersiz, genç imama mütemadiyen kabak yemeği getirmişler. Günler günleri kovalamış, haftalar haftaları... Tamam genç imam çok seviyormuş kabak yemeğini sevmesine de bir, iki, üç, beş, on, derken hergün, her öğün kabak yemeği yer olunca, artık kabak yemeği sevdiği yemek olmaktan çıkmış da sanki hani derler ya kabak tadı vermeye başlamış.. Yediği lokmalar bogazına dizilir olmuş. Düşünsene iyi niyetli bir ikramın nasıl azaba dönüştüğünü… Ne feci! " Bazen izzet dayaktan beterdir" diye bir söz duyardım da, "olur mu öyle şey?" derdim.. Yemeği seviyorum ya bu söze hiç mi hiç anlam veremezdim. Demek bu söz bu haller için söylenmiş. Bir akşam gene imam boğazından zorla iteleye iteleye getirilen kabak yemeğini yemiş bitirmiş. Bir eli çenesinde, sıvazlaya sıvazlaya sakalını, düşüne düşüne ne yapacağını, yatsı ezanını okumak için minareye çıkıvermiş. Nasıl da kadife gibi bir geceymiş. Köylüler kulakları hoparlörde imamın ezanı okumasını beklemektelermiş. Beklemektelermiş ki namaz kılmak için camiye girsinler ya da evlerinde namaza durabilsinler. Biliyorlarmış ki namazın en kıymetlisi vaktinde eda edileniymiş. Hoca o en davudi sesiyle başlamış okumaya … Köylüler nasıl şaşırmışlar duyduklarına… İnanamamışlar kulaklarına… Gözlerini iri iri açmışlar da hayretle birbirlerine bakmışlar. Genç imam ezan makamında bir şey okumaktaymış okumasına ama ezan gibi değilmiş ki okuduğu, başka bir şeymiş… Artık canına tak eden genç imam, ezan niyetine şunu seslendirmekteymiş: “Sabah kabaaaaakkkk! Akşaaammm Kabakkkkk! Saaaabaaah kaaaabaaakk! Akkkşaaaam Kaaabaak”
Şimdi diyeceksin ki sabah sabah nerden ve neden icap etti de bu öykü hafızanın o karanlık ve kuytu çekmecesinden çıkıp önüne düşüverdi? Sabah radyoda Sezen Aksu’nun bir şarkısını dinleyince, bugün evdeki kitaplara baktım. İçinde Sezen Aksu’nun bir çoğu şarkı sözü olan şiirlerinin yer aldığı Eksik Şiir adlı kitabı elime geldi. Bir şiir kitabının içindeki şiirleri okurken insanın kulağında ezgilerin gezinmesi hatta ezberinde olan şarkıları birer birer mırıldanabiliyor olabilmesi bilsen ne kadar hoş! Kitabın 2006 yılında yazılmış ön yazısını tekrar okudum. Aynı yukarıda anlattığım genç imamın başına gelen durum, Sezen Aksu’nun da başına geliyormuş biliyor musun? Tabi ki başka bir biçimde. Gittiği herhangi bir yerde, birileri Sezen Aksu’yu görünce hemen bir albümünü çalmaya başlıyormuş. Bu aslında kendisine gösterilen bir nezaket, bir incelik durumu, öyle değil mi? Değil işte! Resmen azap durumuymuş! Dahası var. Sezen Aksu bu durumu bazen bütün hata ve kusurlarının yüzüne vurulduğu, sonsuza dek kendini dinlemeye mahkum edilip cezalandırıldığı fantazisine kadar götürebildiğini yazıyor. Feci bir şey!
Bu durum şarkıcı Sezen Aksu’nun başına gelenler. Oysa yazmak farklı bir mecra. Diyor ki ünlü sanatçı: “ Oysa şarkı, şiir, hikaye, roman her neyse yazma anı, yazanı da seyircisi yapan olağanüstü haldir." Sahiden yazmak işte böyle bir duygu veriyor insana. Yazarken yazdıklarının ilk seyircisi kendin oluyorsun. Bu da tuhaf bir his doğrusu. Sonra bunu paylaşmak istiyorsun ya birileriyle… Herkes kitap yazamayacağına göre... İşte galiba o nedenle bloglara yazılar yazılıyor. Böyle işte! Şimdi yazıma Sezen Aksu’nun ilk aklıma hangi şarkısı gelirse onunla son vereceğim diyordum ki, aklıma ne geldi biliyor musun? “Unut beni de her yalan gibi unut!" geldi ilkin. Ve sonra aklıma düşen şarkı sözü de şu: “Gülümse!" Bu şarkılar çok ortada olan değil, daha saklı hitleri değil mi Sezen Aksu'nun? Bunlar acaba hafızamın hangi karanlık ve kuytu çekmecelerinden çıkıp da pat diye klavyemin ucuna düşüyor? Kimbilir? Hafıza ne acayip bir kutu sahiden insanı şaşırtıyor. Yazı yazayım diye oturuyorsun ya bilgisayarının başına, her bastığın tuş harflere dönüşünce işte böyle hiç ummadığın bir yazı olup çıkıyor. Bilirsin yazı dediğin de eğer yazmayı bitirmezsen uzuyor da uzuyor!
Aslında hayatla yazı birbirine benzer, şurda doğdum, dün şunu yaşadım, ya yarın ? yarın ne olacak, bilmiyorum, hayat uzun bitmeyen bir yazı, her gün yeni bir satır daha ekliyoruz ta ki son satıra kadar... Biraz hüzünlü oldu, ama hüzünü dile getirebilmek bile yazıcıya yaşam sevinci veriyor, sevinç harflerle geliyor, sevinciniz daim olsun...
YanıtlaSilSiz o tuşlara basmaktan hiç vazgeçmeyin e mi Vildan Hanım? :) Daha önce de söylemiştim biliyorum ama yenide söylemekte hiç bir sakınca görmüyorum. Sizin bu doğaçlama yazılarınızı okumak iyi kurgulanmış bir öyküyü okumak kadar zevkli ve keyifli. Sevgilerimle...
YanıtlaSilEyvallah sağol Mit.. Hemen yeni bir yazıya girişmeliyim bu motivasyonla:) Ben de Yorgun Savaşçının Günlüğünü okumayı seviyorum:))Sevgiler.
YanıtlaSilNessuno sizin yorumlarınızı ve blogunuzu okumak da benim için zevkli ve keyifli.. Teşekkür ederim.
YanıtlaSil