Bak tamamen aklımdan çıkmış şimdi. Bir kaç hafta önce iş gereği Antalya'daydım. Cumartesi, tam ilkbahar ikindisi vaktiydi. Kaldığımız otelin sahilindeki restoranda arkadaşlarla çay içiyorduk. Masada ne konuşuluyordu da ben sıkıntıdan delireyadım, hiç bilmiyorum... Biraz efkârlıydım bi de. Niyeyse, nasıl kendine eziyet türüyse yani, insan hatırlamak istiyor. Masadakileri düşününce herhalde parfüm mevzuusuydu diyorum kendi kendime... Evet, iyice hatırladım şimdi. Kullandıkları parfümlerle ilgili muhabbet ediyorlardı. Allahım! Herbiri parfüm konusunda uzmandı yemin ederim. Ben parfüm markalarını bilmem. Biliyorum, kötü bu. Çünkü galiba kadınlar için parfüm çok önemli. Böyle benim gibi bilmeyince, hayatın bir tarafından, hatta hayattan hiç anlamıyormuşsun gibi oluyor. Çok isterdim gerçekten ama beynimde bişeyler reddediyor. Ha, güzel kokmak önemlidir benim için bak. Temiz olmak. Hafif bir çiçek ya da nebileyim meyve kokusu belki. Ama illa çook hafif, varla yok arası uçuşan bir koku olacak. Fakat on çeşit parfüm kullandıklarından söz ediyorlar. Çok pahalı markalarmış her biri... Spor kıyafet için ayrı, gece kıyafeti için ayrı, kahvaltı için ayrı, akşam yemeği için ayrı... Neredeyse giysilerin renklerine göre bile ayrı parfüm kullandıklarını söylüyorlardı. Kendi kedilerine konuşuyorlardı öyle.
Hoop diye kalktım ben o masadan. "Hey, nereye gidiyorsun?" diye bir soran olsun isterdim. Çok iyi hatırlıyorum ki soran olmadı. "Al da at dercesine" bir halim vardı kendimle ilgili olaraktan. Önüne geçilmez şekilde kendimi denize bırakmak istiyordum. Yok be, öyle intihar edeyim filan diye değil. Su... Yıkanmak, arınmak, ferahlamak istiyordum... Çünkü bazen seslerden kirleniyorum ben, yalnızca seslerden. Ayakkabılarımı çıkardım. Güpgüzel bir deniz idi işte... Şimdi "Sen de birşeyden anla be kardeşim" diyeceksin ama hakkaten rüzgârdan da anlamam ben. Hani var ya karayel, lodos, keşişleme filan, onların işte, en kralı usul usul esiyordu. Ha evet, meltem mesela, o işte... Pek sığdı deniz. Yürüdüm bissürü... Yürürken yavru yengeçler, tuhaf şekilli yosunlar, türlü meneviş, milyon tane ışık oyunu... Anladın işte muhteşemdi. Öyle yürüdüm yani, boyuma kadar geldim. Harbiden sudan gelmişiz kardeşim biz, toprak ne ki? Şöyle bi bıraktım kendimi. Sen hiç yosunlarla salındın mı? Dene bak. Deniz karar veriyo. "Seni şöyle sallıycam hacı" diyo, sen de "Peki hocam salla" diyosun. Bir sonraki hareketi bilemeden, yani deniz, yani ucu bucağı yokmuş gibi... Ben burada yalnız, ben cümle planktonlar, yosunlar, şekil şekil bulutlar, kenardan dolun dolun ay ve manzaranın en kral köşesinden kendine yer bulup batmak üzere olan güneşle... İşte öyleyken yani... Allahım... Yine deniz... Hani anlarsın ya Akdeniz... Saatini bilsek, suda ölmek de olsa; razıydım ben, öyle güzeldi ki... Denizin ortasından doğru masaya baktım... Kardeşim gitti, aranızdan biri kayboldu, umurlarında değil kızların ama... Rüzgâr ara sıra cümlelerini getiriyor, nasıl iştahla hâlâ susmuyorlar. Aslında benim de umrumda değil ya. Ama yine de kendi kendime denizlerin ortasından masaya reaksiyona girdim. "Bi sussanız be kardeşim. Denizi dinlesenize iki saniye... Gelmişsiniz Akdeniz'e... Portakal çiçeklerinin kokusunu hissetsenize..." Rüzgâra söyledim ben, masaya kadar götürdü mü bilmiyorum.
Sen hiç gepgece denize girdin mi? Dolunay şavkıyorken hem de... Girdim işte ben... Yine hiçbirinin ruhu duymadı...
Sen hiç gepgece denize girdin mi? Dolunay şavkıyorken hem de... Girdim işte ben... Yine hiçbirinin ruhu duymadı...
NOT: Koyu renkli cümleler Atilla Atalay'ın Deliler Denizi adlı öyküsünden alıntıdır. Gene oynadım cümlelerle...Yazarın öyküsünün bir bölümünü kendime uyarladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder