Kapıyı açar açmaz anladım. Canı sıkkın... Belki birşeylere içlenmiş. Üzerine bonbon pembesi sabahlığını geçirmiş. Saçlarını mı kestirmiş acaba? Sorsam mı? Yok, sormamalıyım. Dikkatsiz ve ilgisiz olduğumu düşünebilir. Çok hassas görünüyor. İncinebilir. Telefondaki sesinden anlamıştım aslında... Fena halde şımartılmaya ihtiyacı var. Eminim. Ceketimi çıkartırken, gözlerinin içine baktım. En abla sesimle "Afedersiniz, "sizde eski harf Kalp Ağrısı bulunur mu?""diye sordum. Gözlerinin kenarlarıyla gülümsedi. Cevaben "Bu akşam canım hiç yemek yapmak istemiyor." dedi. Koltuk altına bir kitap sokuşturmuş. Keyifsiz görünüyor. Çocuklardan küçüğü televizyonun karşısında. Çizgi film seyrediyor. Büyüğü ise yanıma geldi. Koklaştık teyze yeğen... "Aaa! Tamam" dedim. "Derdin bu mu? Ben şimdi mutfağa girer hemen yemeklere girişirim! Şahane makarna yaparım mesela... Ne dersin?" "Yemezler ablam, yemezler. Makarna sevmezler bizimkiler." dedi. "Nasıl yani?" dedim. "Ben makarna pişireceğim de yemeyecekler öyle mi? Hey gidi hey! Benim pişirdiğim makarnayı yemeyen çocuk henüz dünyaya gelmedi!" diyerek mutfağa girdim. Büyük yeğenim yanıma geldi. Usulca: "Ben makarna yerim teyze." dedi. Güldüm. O da güldü. On dört yaşın tüm masumiyetiyle güldü. Benim kardeş salondan "Kitap okumak istiyorum. Ayşe Kulin'in son kitabını okuyorum. Tam kolej günlerini anlatıyor. Yemekle uğraşmak istemiyorum. Offf!" diye söyleniyor. Hoşuma gitti. Çocuklarına asla toz kondurmaz çünkü.
"Tamam canım. Sen kitabını oku. Anlıyorum seni. Bazen bana da gelir böyle iyi saatte olsunlar. Ben yemekleri hazırlayacağım. Sen keyfine bak bir saat kadar." dedim. Yeğenimle tencereye su koyduk. Makarna pişireceğim. Buz dolabını açtım. Yıkanmamış ıspanaklar var. Çıkardım. Ayıklayıp yıkamaya başladım. Kardeşim dayanamadı. Elinde kitabıyla mutfağa geldi. "Aaa! Ispanak da mı pişireceksin." dedi. Şımarık kardeş edasıyla, dudaklarını sarkıta sarkıta: "Canım ıspanakları yıkamak istemedi." dedi. "Makarna suyu kaynayana kadar ıspanaklar yıkansın. Hazır edeyim." dedim. Gülümseyerek "Annem sağken bize geldiğinde, ıspanakları benim yıkamamı hiç istemezdi. Ben işten gelene kadar yıkardı biliyor musun? Nasıl hora geçer, hoşuma giderdi. Madem annen yok, arada ablan annelik yapsın sana" dedim. Bakışlarımızdan buğulu bir bulut geçti. "Aaa! Ben ıspanakları hazır ederken sen kitabı bana anlatsana, neler okudun bakalım?" dedim. Hemen havası değişti. Öğretmenlik olunca bünyede, anlat deyince dayanamaz. Bir de nasıl şahane anlatır yaramaz! En büyük hayranı benim. İştahlı iştahlı kitabı anlatmaya başladı. Ayşe Külin'in çocuk yaşında komşularının oğluna nasıl aşık olduğunu... Çocuk yurt dışına mı gitmiş yoksa yatılı okula mı gönderilmiş, orasını tam anlayamadım ama... Çocuğun fotoğrafını evlerinden aşırdığını... Gece uyumadan önce bu fotoğrafı öperek yastığının altına koyduğunu... Sonra bir fotoromanda erkekle öpüşen bir kızın, bir kaç kare sonra hamile olduğunu öğrenince, kendisinin de çocuğu fotoğrafından öptüğü için hamile olduğunu düşünüp nasıl korktuğunu... Öyle tatlı tatlı, neşe içinde anlattı ki anlatamam. Bu arada farketmeden ıspanak için soğan doğradı. Salça ekledi. Pirinç yıkadı. Yanyanayız. Mutfaktayız. "Ne güzel anlatıyorsun!" dedim. "Ben bu kitabı hiç okumayayım canım. Sen bana anlatırsın. Ne dersin?" Bu kez dudakları ve gözleriyle dolu dolu güldü. Sonra muzipçe: "Abla, yemekleri ben yapacam dedin, kitabı anlatırken çaktırmadan her işi bana yaptırdın. Sana ne demeliyim?" dedi. Yanağına küçük bir öpücük kondurdum. " Senin derdin "Yalnızca psikolojikmiş, öpülünce geçermiş."" dedim. Güldü. "Öyleymiş." dedi. Arabaya bindiğimde Yaşar söylüyordu: "Bülbülde gam, ben de hazan.. Selvi endam sendeydi güzel.. Ah bu ne gam, bu ne siyah.. Seyr-ü sefalar sendeydi güzel." Bu şarkı bir tangoydu. Arabayı sürerken bağıra bağıra bu şarkıyı söyledim. Güneş uzaklarda bir yerde, dünyanın gerisine doğru kayboluyordu. Sabah doğum günümde yeniden doğacaktı. Veeee... Nananaomm... Ben... Ver elini İstanbul Film Festivali... Kısmet olursa, festivale açılış yapacağım... Festival için seçtiğim ilk film, hep televizyon ekranından seyrettiğim, hiç beyaz perdede seyretmediğim üç efsanenin, Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon'un filmi... Bazıları Sıcak Sever... Ardından iki film daha seyredeceğim. Sonraaa... Festival boyunca iki haftada iki kere daha İstanbul Film Festivali'ne gideceğim. Amaa... Festivalin son günü... Kısmet olursa... Kardeşle birlikte İstanbul Film Festivali'ne gideceğiz. O gün ikimiz de hiç yemek pişirmeyeceğiz. Kardeşle bir sinemadan çıkıp diğerine gireceğiz. Hayatımızı eşsiz kılacağız. İnsanlık gereği... Ömrümüzün bazı yerlerinde tabii ki içleneceğiz. Ama düşünsene, "Kimse hissetmiyorsa, içlenmenin manası ne?
NOT: Koyu renk ilk cümle Ece Ayhan'a, diğerleri ise Metin Üstündağ'a aittir.
Çok güzel... Hem duygulandım hem de garip bir mutluluk kapladı içimi yazınızı okuyunca. Duyguları nasıl da güzel aktarmışsınız satırlarınıza. Kardeş gibisi yok değil mi? Hele belli bir zamandan sonra aileden bir tek onlar kalınca. Sizin gibi ablası olduğu için kardeşiniz çok şanslı gerçekten. Yeğenleriniz de öyle...
YanıtlaSilBu arada ben makarnaya bayılırım :) Hele bir de üzerinde sos varsa... Off! Dayanamam, yerim. Üstüne bir daha yerim :)
Film festivalinde iyi eğlenceler. Ve doğum gününüz de kutlu olsun. Nice sağlıklı ve huzurlu yaşlara sevgili Hayal Kahvem.