Ne
diyeceğim biliyor musun? Sanıyorum edebiyat ve sinemayı, insan ve yaşama dair
sonsuz çokluktaki ayrıntılardan beslendiği için çok seviyorum. İnanıyorum ki
her kitap ya da film, farklı bir öykü anlatıcısının eseridir. Her öykü
anlatıcısının hayata bakışı ve birikimi farklı olacağından, her okuduğum kitap,
her seyrettiğim film; anlatıcısının kendi dili ve üslubunca, kendi yolu ve
yordamınca beni bambaşka ayrıntılar dünyasına sokacaktır demektir. Sen de benim
gibi, özellikle edebiyat ve sinemanın, bizim hiç düşünemediğimiz, göremediğimiz
veya farkedemediğimiz yaşama mana katan ayrıntıları ortaya çıkardığını düşünmez
misin? Bak şimdi sana iki misal vereceğim...
Memduh Şevket Esendal'ın, "Bir Haydut Kuş" adlı
öyküsünü bilir misin? Yazar bu öyküsünde, yaşamın içindeki çok sıradan bir
durumun tespitini yapar. Kırda kardeşini bekleyen çocuk gökyüzündeki uçan kuşa
özenir. Sonra kuşun bir yılanı öldürmesine ve yemesine şahit olur. Şaşırır. Bu
durumu kardeşine anlatır. Kardeşi kuşun evdeki tavukları yiyeceğine kırdaki
yılanları yemesinin daha iyi olduğunu söyler. Çocuk o ana kadar bir kuşun ne
yılan ne tavuk yiyeceğini aklına getirmemiştir. Bütün bunları düşününce
neredeyse kuşlardan nefret edecektir. Akşam yemekte olanları babasına anlatınca
babası, "sen tavukları düşüneceğine bizi düşün" der. Çünkü babası da
tavuğu, öldürüp yemeleri için beslemektedir. Doğada vahşice gelen bu durum,
insanlar için de mevcuttur. Öyküdeki her şey hayatta olduğu gibidir. Küçük bir
ayrıntıdır, o kadar.
Son
günlerde elimde, acele bitirmekten korktuğum için aheste aheste okuduğum,
cümlelerini bir sinema perdesinde seyreder gibi hayalimde canlandırdığım enfes
bir kitap var. Engin Ergönültaş'ın Minare Gölgesi adlı romanı...
115. sayfasındayım. Bak şimdi... Tam bu sayfalarda... Kış mevsimindeyiz.
Yoksul, gariban bir mahalledeyiz. Saat gece yarısını çoktan geçmiş.
Mahalleli uykuda... Çok uzaklardan köpek havlamaları duyuluyor. İki kedi ise
pencere pervazına gelip oturuyor. Pencerenin aralığından sokağa bakıyorlar. İyi
ki bakıyorlar... Çünkü... Yazar, hiçbir göz seyretmediği için ziyan olup giden
güzellikte yağan tek bir kar tanesinin halini gözümde canlandırıyor. Her bir
kar tanesinin, bir diğerinkine hiç benzemez bir güzergah ile, her seferinde
havada bambaşka helezonlar çizerek ahenkle dönüşlerini, her nasıl oluyor ise,
hiçbirinin bir diğerine çarpışmadan ayrı yollardan döne döne inerek, kendi
kendilerine bir yere, bir dala, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeğin
yatağına bırakılması gibi usulca konduğunu anlatıyor. Hani başta pencerenin
aralığından sokağa bakan kediler var ya... Engin Ergönültaş'ın kitabında
büyüleyici bir dille anlattığı karların başdöndürü raksı, taştan yapılmış gibi
kıpırtısız duran o kedilerin gözbebeklerinde beyaz benekler halinde oynaşıp
durmuştu. İyi ama... Uyuyan tüm mahalleli gibi, pencere kenarındaki kediler de
gözlerini yumdu şimdi... Bakan hiçbir göz kalmayınca... Sence ne olur kar
tanecklerinin durumu? Farkında değildik işte... Bakan hiçbir göz kalmayınca,
olan biten, taşların, yokuşların, damların, viran evlerin, soba borularının,
mezar taşlarının, yağan karların kendilerince durup seyrettikleri bir rüyaya
dönüşüveriyorlardı. Kendi kendisini seyreden bir rüyaya... Yazarın anlattığı
hayata dair küçük bir ayrıntıdır aslında... Hayatın bir anını, bir
kesitini, ama hepten önemsiz saydığımız bir durumunun tespitidir okadar.
Alışageldiğimiz için bize rutin gelen her doğa olayı aslında bir mucizedir.
Ve bazan bir kitap bize bunu farkettirir.
Sahiden yazarın dediği gibi, hayatımızın içinde farketmeyip ıskaladığımız o küçük ayrıntılar, o üzerine hiçbir ben-i adem gözü değmemiş, sırlanmış haliyle, görülmüş bütün rüyaların akıp biriktiği o sonsuz kuyunun girdabına mı dökülüp kayboluyor yoksa? Eyvah!
Neyse... Yorgunum. Fazla derinde dalmayayım da uykum kaçmasın... İyisi mi, gündüz niyetine diyelim, bu fasıl kapansın.
Sahiden yazarın dediği gibi, hayatımızın içinde farketmeyip ıskaladığımız o küçük ayrıntılar, o üzerine hiçbir ben-i adem gözü değmemiş, sırlanmış haliyle, görülmüş bütün rüyaların akıp biriktiği o sonsuz kuyunun girdabına mı dökülüp kayboluyor yoksa? Eyvah!
Neyse... Yorgunum. Fazla derinde dalmayayım da uykum kaçmasın... İyisi mi, gündüz niyetine diyelim, bu fasıl kapansın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder