Bu sabah erkenden uyandım. Kahvemi aceleyle hüpledim. Otobüse
atladığım gibi... Hey... Ver elini İstanbul... Harem'de otobüsten indim. Hava nasıldı biliyor musun? Buz... Buz... Hiiç aldırmadım. Hemen arabalı vapura atladım. Boğaz'ın o harikulade güzelliğine sanki ilk kez görüyormuş gibi hayretle bakakaldım. Yahya Kemal Beyatlı'nın o eşsiz dizelerini kendime uydurarak içimden tekrarladım. "Sana
bugün arabalı vapurun buğulu camından baktım aziz İstanbul. Görmedim sevmediğim
hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfinle kurul. Sade bir semtini sevmek
bile bir ömre değer." Sade bir semtini sevmek... diye fısıldadığım anda... Tam o anda... Bir İstanbul semti
aklıma düştü. Boyacıköy!.. Ben Boyacıköy'ü, hiç gitmeden, hiç görmeden, sadece Murathan
Mungan'ın Kırk Oda adlı kitabında yer alan bir öyküsü sebebiyle
sevmiştim. Senelerdir Boyacıköy'ü merak ederim.
Sadece hayal ederim. Gitmeye cesaret edemem. Öyküde anlatıldığı gibi Boyacıköy bir hüznün mekanı mıdır?
Dört mevsim sonbaharı yaşar mı? İnerken solda, boyaları dökülmüş, köhne görünüşlü
bir telefon kulübesi var mı? Arkasında puslu deniz durur mu? İntihar karası bir
efkar duman duman gezinir mi denizin üzerinde? Kulübenin ardında, lodosun
eskittiği yüzünde bir bırakılmış duygusu taşıyan, pencerelerine hep
yağmur yağan, gençliğine doyamayan iki katlı yaşlı bir bina var mı? Ya alt
katındaki işlemez dükkanlar... Üst katında ise dekorunu ve yemeklerini
yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası var mıdır? Ya peki... İnerken
sağda kapısı çıngıraklı o eczane halen duruyor mudur ki Boyacıköy'de? İçindeki
ak saçlı, deniz kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü, ilaç kutularının ardından
gülümseyen o adam yaşıyor mudur sence? Ve eczanenin yanındaki, yalnızca
tek koltuğu bulunan o berber dükkanı... Ve bir köşede, tıpkı öyküdeki gibi gözünü denizden
ayırmadan bekleyen bir inzibat eri var mıdır? Ya deniz... Eğer Boyacıköy'e
gitsem, deniz, yol kesen bir Bizans eşkiyası gibi çıkıverir mi ki
birdenbire önüme? Ya peki... O adama... Hani kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün
ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen, o mutsuz, hüzünlü ve
karamsar Genç Adam'a rastgeliverirsem bir de? Yüreğime kaç kere "Gideyim
mi?" diye sordum. "Gitme!" dedi. "Bırak Boyacıköy
hayalindeki gibi kalsın. Sakın gitme!" Dinledim yüreğimi. Gitmedim.
İstanbul her daim gönül tahtıma keyfince kuruldu. Bir kez daha anlamıştım
ki hayal ettiğim bir semti sebebiyle bile İstanbul'u sevmek
bir ömre bedeldi. Zaten bir şehri en çok edebiyatçılar sevdirmezler mi?
Diyeceksin ki bu anlattıklarınla, yukarıdaki Ahmet Haşim
fotoğrafının ilgisi ne? Yemin ederim, yazıya başlamadan önce, bugün gittiğim
Yahya Kemal ve Ahmet Haşim adlı programda, Veysel Öztürk'ün şahane
anlatımından edindiklerimi, Ahmet Haşim'den başlayarak buraya aktarmak
niyetindeydim. Ruhuna rahmet!... Üstelik, bir bilsen "Melâli anlamayan
nesle aşina değiliz." diyen, Ahmet Haşim'i ne çok severim. Gördün mü
gene yapacağımı yaptım. Konuyu bambaşka mecralara uzattım. Az önce yazdıklarımı
okudum. Önce silmek istedim. Sonraa... Birden çenelerim gerildi. Uzun uzun
esnedim. Zaten yol yorgunuyum. Bu rahat esneyiş, bana, şu yağmurlu
ilkbahar gecesinde, bir saadet dakikasının namütenahiliği içinde yüzdüğümün
haberini verdi. Ve esnemek, sahiden mustarip bir ruh düğümü olan bütün
mütekallis vaziyetlerin çözülüp açılması değildir de nedir? Ruh
tahlillerinde eşsiz olan bir feylesofun dediği gibi dikkat, iztizar, teyakkuz
vaziyetinde yay gibi gerilmiş duran biri esneyemez. Esnemek, harp ve müdafaa
vaziyetini terk etmiş, tam bir emniyet içinde olduğunu hisseden vücudun mesut
teslimiyetidir.
Biliyorum. Şimdi diyeceksin ki, "Senin basit
lakırtılarına benzemeyen bu enfes kelimeleri nereden buldun?" Haklısın. İyi
ama... Ahmet Haşim'le ilgili bir dinletiden sonra, yazıma lezzet vermeye
çalışmaktan başka ne yapabilirdim? Denedim. Beceremeyince, Ahmet Haşim'in
esnemek üzerine yazdığı yazıdan bu cümleleri aşırdım. Sonra ne yaptım biliyor
musun? Aynı Ahmet Haşim'in anlattığı gibi, kendimi yeşil yaprakların gölgesinde
hayal ettim. Esnemelerin bütün şekillerini birer birer hatırımdan geçirirdim.
Düşünsene... Uyu seyyalesinin istilası altında kalan, yemeğini bitirmiş,
mahmur gözlü çocuğun esneyişi... Bir yaz bahçesinin yaprak gürültüleri
ortasında, hamağında uzanan ve etrafındaki nebatî hayata karışmak üzere olan
taze kadının esneyişi... Kış gecelerinde, lâmbanın ışığını yuvarlak gözlerinde
iki altın damlası hâlinde aksettiren mütehayyil kedinin esneyişi... Bütün mesut
esneyişlerin hayalimde geçişini seyrederek, tekrar tekrar esnedim ve bu
tevakkuf ve teslimiyet dakikamın saadetini, olgun bir yaz meyvesi gibi
tattım.
Netice i kelam... Bu kadar esnedikten sonraaa...
İnan çok yorgunum. Anlatamayacağım. Uykum geldi. Anne sözü dinler gibi
masum yatacağım, uyku alemine hoop diye dalacağım.
- Not Gibi -
Başlık Ahmet Haşim'in O Belde adlı şiirinin bir dizesidir.
Mehmet Fuat'ın dil içi çevirsiyle - O Belde? Durur el değmemiş hayal bölgelerinde.
Başlık Ahmet Haşim'in O Belde adlı şiirinin bir dizesidir.
Mehmet Fuat'ın dil içi çevirsiyle - O Belde? Durur el değmemiş hayal bölgelerinde.
Esnemek, harp ve müdafaa vaziyetini terk etmiş, tam bir emniyet içinde olduğunu hisseden vücudun mesut teslimiyetidir !!! bir esnemenin bu kadar filozofikbir yonu oldugunu hiç dusunmemistim ,once sizden oldugnu dusundum woaw! dedim bravo kiza!! Ahmet Hasim'den oldugunu sonradan anladim :))Paylasim çok keyfiyldi yinede :)
YanıtlaSil:))Nasıl öyle güzel cümleler kurabilirim? Mümkün mü :)
SilŞairliğini sevdiğim Ahmet Haşim'in düz yazılarını da çok sevdim.
Esnemeyi ne hoş anlatmış:)
Çok güzel bir yazı.keyifle okudum.
YanıtlaSilBeğenmene sevindim Aylardan Şubat:) Teşekkür ederim.
YanıtlaSilİstanbul'a her geldiğimde görmek istediğim ancak başka sokaklara daldığımdan fırsat bulamadığım yer boyacıköy birgün giderseniz paylaşın lütfen...
YanıtlaSilTamam Petek, gidersem elbette anlatırım.
YanıtlaSilFakat gitmeye korkuyorum:)