Öykü sever biri olarak memleketim yazarlarından Ahmet Ümit’in Şeytan Ayrıntıda Gizlidir adlı polisiye öyküler içeren kitabını okumadan elbet duramazdım. Kitapçıda elime almıştım. Öncelikle kitabın kabına bayılmıştım. Doğruya doğru. Ne yapabilirim? Kabı özenle hazırlanmış kitapları seviyorum. İnsan suretleri gibi cezbediyorlar beni. Hele bazı kitap kaplarını seyretmeye doyamam. Gerçekten. Neyse. Ben Ahmet Ümit’in ilk kez Beyoğlu Rapsodisi adlı kitabını okumuştum. Çok beğenmiştim. Şimdi düşündüm. Neden diğer kitaplarını okumadım acaba? Üstelik bir kaç kitabını almışım. Baktım. Duruyorlar kitaplığın yanındaki masada. İnan cevabını bulamadım. Bu kitabını ise… Şeyy… Bu kitabını o vakitler satın almamıştım. Tamam. İtiraf ediyorum. Bu kitabındaki öyküleri hep kitapçıda okudum. Biliyorsun, var işte benim böyle kendi kendime oynadığım oyunlarım. Bir kitap belliyorum. Seçtiğim kitap illa ki öykü ya da deneme kitabı oluyor. Böylelikle kitapçıya her gittiğimde bir-iki öykü ya da bölüm okuyabiliyorum. Ne yapabilirim? “Kitapçıda gizli kitap okuma oyunu” oynamak ne yalan söyleyeyim çok hoşuma gidiyor. Her seferinde aynı kitapçı olmuyor tabii. Hangi kitapçıya denk gelirsem orada okumaya devam ediyorum. Bak şimdi. Kitapçıya giriyorum. Misal Ahmet Ümit’in Şeytan Ayrıntıda Gizlidir kitabına mı başlamıştım. Hemen ilgili reyondan bu kitabı buluyorum. Elime alıyorum. İlla kaldığım bölümden başlamam da şart değil. Öykü kitabı ya. Mesela Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’de on sekiz öykü var. Gözüme kestirdiğim bir öyküsünü ayaküstü okuyorum. Bu durum beni bir süre koparıyor ortamdan. Usulca kitabın derinliklerine dalıyorum.Yazarlar affetsin beni. Ben bunu hep yapıyorum. Kimden öğrendiğimi yazmayayım burada. Kendisi de bir yazardır zira.
Geçenlerde gene kitapçıda bu öykü kitabını buldum. Yerinden aldım. Şööylee kitabın sayfalarını dalgalandırdım. Ayaktaydım. Gizlice etrafıma bakındım. Omzumu yanlamasına duvara dayadım. Hımm. Şu öykünün adı ilgimi çekti. “Çin İşkencesi” Okumaya başladım. Anlatacağım. Bak şimdi… Öykü bu ya… Robert Kolej’den sonra Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirmiş sonra da Yale’de üçer yıl master yapmış üç eski arkadaştan ikisi öldürülmüş ve biri komadadır. Komiser Nevzat yardımcısı Ali’yle birlikte iz üstünde katili bulmaya çalışmaktadır. Yaptıkları araştırmada eğitimleri bittikten sonra, üç gencin bir yere girip çalışmadıklarını, kendilerine bir sosyal laboratuar kurduklarını öğreniyorlar. Bu sosyal laboratuarda Sezar’dan Hitler’e, Lenin’den Churchill’e, Greta Garbo’dan Madonna’ya dünyanın gelmiş geçmiş liderlerinin, başarılı insanlarının yaşam öykülerini okuyup, ülkemizin kötü talihini nasıl değiştirebilecekleri konusunda araştırma yapmışlar. Öyküdeki iyi eğitimli bu üç genç, yaptıkları araştırma sonucunda artık kitleleri büyük liderlerin değil, ünlü şarkıcıların, futbolcuların, yardımsever iş adamlarının daha fazla etkilediğini anlamışlar. Öyleyse böyle bazı şöhretli kişiler eğitimden geçirilirse, hem ülkemizin kalkınması hem de dünyada toplumsal ilerleme için kaldıraç görevi görebilir diye düşünüyorlar. Tabii seçilen deneklere bunu kabul ettirmek mümkün olabilir mi? Kim kabul eder öyle değil mi? İlk deneği kaçırıyorlar. Sonra ailesine haber verip merak etmemelerini, bir aya kadar geri döneceğini söylüyorlar. Peki bil bakalım ilk denekleri kim? Şeco. Kim mi Şeco? Öykü bu. Kurgu tabii. Eski türkücü, yeni arabeskçi, milyonların sevgilisi Şeco… Konu şu… Bizim üstün eğitimli üç genç anlayacağın kaçırdıkları Şeco’yu eğiterek üstinsan tiplerinden birini yaratmayı hedefliyorlar.Sonra onunla kitleleri etkileyecekler.
Gerçekten yazarların engin hayallerinin sınırı yok. Çok eğlenceli bir polisiye öykü bu. Kaçırdıkları Şeco’ya üstinsan olsun diye neler yapıyorlar biliyor musun? Gözleri bağlı klasik müzik dinletiyor eski türkücü yeni arabeskçi Şeco’ya. Liderlik duygusunun pekişmesi için Wagner dinletiyorlar. Tarkovski’nin Ayna adlı filmini, Bergman’ın Yaban Çilekleri’ni izletiyorlar. Kant’ın Mutlak Aklın Eleştirisi’ni okutuyorlar. Mozart dinletiyorlar. Pasolini izletiyorlar. Kafka okutuyorlar. Artık Şeco Machiavelli’nin Prens’ini okumaya başlıyor. Sonra ne mi oluyor? Yok artık. Kusura bakma ama söyleyemem öykünün sonunu. Öykünün adı Çin İşkencesi diyeyim. Artık sonunu sen anla. Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’i var ya… Bence okumalısın mutlaka.
Sevgili HK,
YanıtlaSilAtilla Atalay "Ağlama Dolabı" öyküsünde, bir alışveriş merkezinin kitap reyonunda gözüne kestirdiği bir kitabı, hergün beşer, onar sayfa okur. Acaba sizin bu huyunuz, ordan geçmiş olmasın size :))
Bu oyunu ben de oynarım, Remzi'nin deri koltuğunda mesela, okuma molası :) Ahmet Ümit'in kitaplarını kütüphanede okurum yolum düşerse, okuma molası :) Nice okumalara heyya-mola :)
YanıtlaSilharika bir anlatım :) okumalıyımm
YanıtlaSilİyi bari Nessuno, bir tek ben yapıyorum diye vicdan azabı çekiyordum:) Ama bir dakika.. Siz oturup koltuğa okuyormuşsunuz. Olmazzz... Gizli okuyormuş gibi yapacaksınız.. Her an biri gelecek ensenizden tutup kitapçının kapısının önüne koyacakmış gibi.. Bilmiyorum anlatabildim mi:)
YanıtlaSilTeşekkür ederim Defne.. Okuyunca bir öykü de siz anlatın olur mu? Ben hepsini okumadım. İşte bakın böyle adetim de vardır. Okuduğum öykü kitaplarında bir iki tane okumadan bırakırım. Sonra birisi o kitapta böyle bir öykü vardı deyince.. Eğer benim okumadığım bir öyküyse.. Gözlerimi koca koca açarım hayretle.. Veee... Anlattırırım... Çok severim bu vaziyetleri... Of, tuhafım işte.. Böyle biriyim ne yapayım:))
YanıtlaSilHımm.. Evet TC, dediğiniz gibi. Atilla Atalay'dır bu halimin müsebbibi:))
YanıtlaSiltamam, okuyunca anlatırım inşallah :))
YanıtlaSilPardesü, kara gözlük, fötr şapka, arada sağa sola şüpheli bakışlar, böyle mi :)
YanıtlaSilYoo... Öyle daha çok ilgi çeker. Adeta görünmez adam misali:))
YanıtlaSil