Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri insanları seyretmeyi severim. Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.
Geçen sene, İstanbul Film
Festivali için seçtiğim filmleri seyretmek niyetiyle sabah
erkenden İstanbul'a gitmiştim. Sıcacık bir ilkbahar günüydü. Arada elimi
gözlerime siper edip gökyüzüne bakıyor, acele acele Beyoğlu'nda
yürüyordum. O koca maviliğin içinde beyaz bulutlar resmen kovalamaca oynuyordu.
Ah! Güneş... Şaşkın şey! Hani vardır ya görücüye çıkmaktan utanan mahcup
köy kızı hali... Hahh işte! Başını bulutların arasına muzipce bir sokup bir
çıkararak, resmen benimle eğleniyordu. En son öyle bir dikmişim ki gözlerimi
güneşe, Emek Sineması'nın kapısına geldiğimde, bir süre insanları
seçemedim. Ortam tabiyatıyla çok kalabalıktı. Uzun bir bilet sırası vardı.
Benim biletim cebimdeydi. Hemen sinemaya dalabilirdim. Durdum. Girmedim.
İnsanlara çarpmamak için, gözlerimin kamaşmasının geçmesini beklemeye karar
verdim. Duvara sırtımı dayadım. İster istemez konuşulanları
duyuyordum. Gözüm seçmese bile, yanımdaki çiftin muhabbetini çok iyi
işitiyordum. Çocuk;
-Yok
o zaman çet kanalları ve aysiiku yaygındı. İşte bizim kanalda konuştuğum bir
kızla buluşmuştuk.... Korkunç bir tecrübeydi... Kız bi geldi, yazdıklarıyla
alakası yok, korkunç bir özgüven filan... Çok pis hayal kırıklığı yaşamıştım...
tadında bir şeyler söyledi. Gözlerimi
ovuşturarak baktım. Konuşan, uzun boylu, gözlüklü bir gençti.
-Sen
buluştun mu peki kimseyle böyle? diye sözlerine devam etti. Şaşkınlıkla
-Ben
mi? Ben... Yok... Sanırım buluşmadım, diyen yanındaki kıza baktım. Net olarak
görebildim. Kahküllü kızıl saçlarına beyaz bir bant takıyordu. Kocaman gözleri
hüzünlü hatta kederli bakıyordu.
-Sanırım
derken? diye soran genç adama
-Yani...
Ben bazen eskiyi çok iyi hatırlamayabiliyorum. Öyle bir sorunum var... Boşver şimdi...
Ama buluşmadım yani, deyince, bu kızın Ersin
Karabulut'un Sevgili Günlük adlı çizgi romanındaki
kahramanı Figen olduğunu farzettim. Feysbuk'tan
mesajlaştığı çocukla ilk kez buluşmuştu. Haliyle insan tanımadığı biriyle ekran
başındaki gibi konuşamıyordu. Bir kafeye gitmişler, çocuk anlatmış kız dinlemişti. Profilinde fotoğraf kullanmadığı için fiziksel olarak pek bir numarası
olmadığını zannettiği bu genç adamın,
konuşurken elinin ayağının birbirine dolanmasıyla, heyecandan sürekli küllükle
filan oynamasıyla oturdukları süre içinde, kızın gözüne gittikçe daha fazla
sevimli gelmeye başlamıştı. Hayatta görmediği ve göremeyeceği tatlı bir
ürkeklik vardı çocukta. (Ama asla
çocuksu ya da nasıl söyliyim, mıymıntı bişey değil bu...) Mesela yürürken
ellerinin bir kaç kez birbirine değmesinden rahatsız olmuştu. Ama aslında belki
de kız rahatsız olur diye çekiniyordu. Kızın kafası karışıktı. Geçmişinde
yaşadığı bazı anılarını hatırlamıyordu.
Emek Sineması'nın yıllanmış koltuğuna yerleşirken, kimbilir bu koltuklarda kimler oturdu bugüne kadar diye aklımdan geçirdim. Bir şehre özellik katan mekanlar, o mekanlarda anıları olan insanların kişisel tarihleri için ne kadar mühimdi. Genç kız boynuna çaprazlama taktığı çantasını çıkardı. Pembe ceketinin düğmelerini açtı. Yalnızdı. Yanımdaki boş koltuğa oturdu. Kucağındaki çantanın içinden bir defter çıkardı. Birşeyler yazdı. Merakla gözucumla baktım. Ne başını ne sonunu... Sadece "Sana tekrar yazana kadar beni unutma olur mu sevgili günlük?.." diye yazdığı son cümlesini okudum.Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Figen" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının bazı cümlelerini Ersin Karabulut'ın Sevgili Günlük adlı çizgi romanından alıntıladım.
Ha haa ne hoş bir yazı olmuş böyle :)))
YanıtlaSilBir kahve molası verdim ve keyifle okudum bu yazıyı:)
YanıtlaSilBu farzetme oyuhunu ben de sıklıkla oynarım. Bekleme salonlarında, vapurda, otobüste...İnsanları konuştururum kafamda.
Hayvanlar da kimi zaman bu listeye dahil oluyor. Ve gerçekten çok komik şeyler söyleyebiliyorlar:)
Özellikle kediler!
Sevgiler.
yazı cok keyifli olmuş. gülümseyerek okudum.Farzetme olayını hiç denememiştim.İnsanları seyretmeyi diyaloglara kulak misafiri olmayı çok severim. Ama farzetme oyunu da sevdim ve deneyeceğim:)
YanıtlaSilokurken keyif aldım diline sağlık canım
YanıtlaSilbende beklerim
Selam Berlin'in Nar Çiçeği, beğenmenize sevindim:)
YanıtlaSilHımm... Alkım, kedilere dikkat etmeliyim o halde:) Yazın okuyalım ne dersiniz?
YanıtlaSilBluestyle, deneyin tabii:) Ama benim bu yazılardaki amacım kadınlar, kitaplardaki özellikle kadın kahramanlar, kitap tanıtımı ve yıkalacak olan Emek Sineması'na selam çakmak... Böyleyken böyle..
YanıtlaSilTamam Nanemaydanoz, geleceğim. Naneyi de maydanozu da çok severim:)
YanıtlaSil"Şehirli, orta halli, çocuklarına değer veren ve özgürlüklerine hürmet eden bir ailenin kızıydı. Genç kız ise, anne babanın her söylediğinin ters geldiği, beğenilmediği, sonra bu düşüncelerinden suçluluk hissedilen yaşın merkezindeydi. "
YanıtlaSilBurada bi kafam karıştı, iki cümlede de kızdan bahsetmişisniz ama biri çocuk mu olacaktı acaba ben mi anlamadım? :) oun dışında çok beğendim, yazım dili çok güzel.