Narayama Türküsü diye bir film duymuş muydun? Sanırım bu ay aldığım bir dergiden dividi'si çıkmıştı. Sanırım Milliyet Sanat dergisiydi. Daha önce adını hiç duymadığım bir film olduğu için konusunu bilmeden seyretmeye başladım. Ve inan ki çarpıldım. Sinema hiç fikrimizin olmadığı dünyaları önümüze seriyor ya müthiş bir sanat bence. Bak şimdi. Bu film çok eski bir Japon efsanesi üzerine kurgulanmış. Bir dağ köyündeki yaşantıya uzanıyoruz. İnsanlar nasıl yoksullar anlatamam. İlkel mi ilkel, vahşi mi vahşi bir yaşam. İnsanların vaziyetini anlatabilmem kolay değil. Çok fakirler ya köyde şöyle bir gelenek var. Kim 70 yaşına basarsa, sofrada yiyecek bir kişi eksilsin diye çocukları tarafından Narayama dağı'na götürülüyor ve orada ölüme terkediliyor. Bu anlatılan inanılmaz geliyor değil mi? Çok ilginç. O köyde bu durumu çocuklar da yaşlılar da kabullenmişler. Zaten film 69 yaşındaki evin büyükannesinin dağa çıkarılması sürecini anlatıyor. Şimdi biz buradan bakınca, hiç tartışılacak bir yanı olmayan, feci bir durum gibi geliyor. "Olur mu hiç böyle şey?" diyorsun. "Ne olursa olsun insan anne ya da babasını 70 yaşına geldi diye, dağın tepesinde açlığın ve soğuğun kucağına bırakabilir mi?" diye bünye bu geleneği redediyor redetmesine ama diğer yandan da bir iç ses bir an "eğer giderse geride kalan gençlerin yaşama şansı artacak" gibi sesleniyor. Bir an bile olsa feci bir vicdan med ceziri yaşatıyor. Film resmen bünyeyi rahatsız ediyor. Sonra böyle vahşi bir durumu köydeki insanların kimi kabullenmek istemese de uygulamak durumda kalıyorlar ya, bu kez diyorsun ki "acaba bizim de böyle gelmiş böyle gidecek diye düşündüğümüz, sorgulamadan körü körüne yapageldiğimiz neler var?"
Bu filmi seyredince daha önce okuduğum ve bir vakitler Hayal Kahvem'e yazdığım, Parfümün Dansı adlı kitap aklıma geldi. Bu hikayede ise bilinmez bir zamanda ve bilinmez bir yerde küçük bir site devletinin sarayındayız. Dikkat edelim bu kez yoksulluk falan yok. Zenginlik hat safhada. Zaten mekan dediğim gibi saray. Bu site devlette de aynı Japonya'nın yoksul köyü Narayama'da olana benzer bir gelenek var. Şöyle ki... Bu devletin kralları yaşlanma belirtileri ortaya çıkar çıkmaz öldürülüyorlar. Kral yavaş yavaş yaşlanırsa ve ölmesi beklenirse ülke felakete sürüklenebilir diye düşünüyorlar. Ne yapıyorlar peki? Kralın yüzü kırışmaya ya da saç ve sakalında beyaz çıkmaya başlar başlamaz öldürülmesi gerekiyor ki yerine genç biri kral olabilsin. İnanılmaz geliyor bize tabii. Oysa o site devlette kral da dahil tüm halk bu geleneğe gönülden inanıyor. Hatta kralın ölüm töreni çok onurlu ve estetik bir tören olarak düzenleniyor. Kralın en gözde karısı zehirli yumurtayı kralın ağzına vermekle sorumlu oluyor. Ve kral zehirli yumurtayı yiyerek ölüyor. Hiç bir kralın yaşlanmasına ve ecelleriyle ölmelerine izin verilmiyor. İlginç bir kitaptı. Narayama Türküsü'nü seyredince, Parfümün Dansı'ndaki bu vaziyet aklıma geldi. Aynı durum işte. Kabullenen gelenekler.
Eskiden şimdi bize garip gelen ne alışkanlıklarımız, geleneklerimiz vardı kim bilir? Peki, bu denli abartılı olmasa da içinde yaşadığımız şu hayatta bize dayatılan ve farkında olmadığımız, alışageldiğimiz neleri sorgulamadan kabulleniyoruz acaba? Kitapların ve filmlerin bünyeleri rahatsız etmesi iyidir diye düşünüyorum. Arada bünyeyi silkelemekte, hayatı sorgulamakta fayda yok mu sence? Hatta kimi zaman öyle silkelemeli ve sorgulamalı ki altını üstüne getirmeli... Şimdi bana "Filmden kitaba atladın tamam, bari daha fazla abatma!" lütfen deme... Beylik laftır biliyorum ama, nereden biliyorsun, yaşadığın hayatın altı üstünden daha iyidir belki?
Film gerçekten ilginçmiş, listeye alıyorum ^_^
YanıtlaSilAlışkanlıkları garipsemede bir paradoks var aslında,
Yani paradokstan çok, bir kanıksama süreci diyelim.
En basitinden, şu Kurban Bayramı'nı ele alalım.
Hiçbir Türk insanı, bağırsağı bir tarafa, beyni bir tarafa fırlamış ve ayakları henüz canlı iken kırılmaya başlanmış bir koyun görürse bunu garipsemez.
Folloş olmuştur artık bu durumun korkutuculuğu onun için.
Aslında çok vahşi bir durum gibi gözüküyor dışardan, düşünsene aynı şeyleri bir köpeğe yaptığını, taşlarlar be seni...
Velhasıl, eminim Narayamanın eteklerindeki köydede durum böyle olmuştur.
Tabi kahramanımız annesini kurtaracak mı bilmiyoruz, merakla izleyip görüyoruz :)
Çok uykum gelmiş.yazını yarına bırakıyorum canım:))
YanıtlaSilSelam 9
YanıtlaSilAslında ben filmi bir ucundan tutup yordum. Film ya da kitap üzerine konuşulacak çok konu var. Misal insanların ölümü kabullenmeleri. Razı gelmeleri. Filmde dağa çıkmayı istemeyen, ağlayıp bağıran yaşlılar olduğu gibi, çok sağlıklı olmasına rağmen filmin kahramanı büyükanne gibi kaderine razı olmuş yaşlılar da var. Nasıl bir kabulleniştir bu? Hele günümüzün sonsuza kadar yaşayalım debdebesi düşünülünce, hiç anlayamıyor insan.
Galiba ölüm ulu yaratıcıya kavuşmadır diye düşününce korkunç olmaktan çıkıyor ve bu halde huzurla kabulleniş var. Neyse.. İlginç bir filmdi gerçekten. Tesadüfen denk geldim ve seyrettim. Silkeledi ne yalan söyleyeyim.
O değil de 9, en sevdiğim rakamdır. Anti parantez söylemiş olayım:)
Yazı başlığınla özetlemişsin her şeyi"Ya altı üstünden daha iyiyse" ..
YanıtlaSilNerede ne zaman okuduğumu pek hatırlamıyorum..konusu şimdi yaşadığımız zamanı rüya,ölüm sonrası yaşamı gerçek ve sonsuz yaşam felsefesiyle anlatıyordu..böyle bir felsefe geliştirmiş kişi veya toplumlar ölümden ,yokoluştan korkmaz tabii olarak..
Sevgili CWRM,
YanıtlaSilLafanino'nun kepenklerini artık açıverin de yorum yazabileyim:)
Filmi birkaç ay önce izlediğimde ben de sizin kadar çarpılmış nasıl olur yahu diye düşünceye dalmıştım. İnsan ne denli garip bir varlık değil mi? Kendi varlığını daim kılmak için bazen kendini bile öne sürebiliyor... Neyse yorumumu bir öneri ile bitireyim... Aynı yönetmenin yine ilginç bir insanlar tanımlaması ile: Unagi-Yılan Balığı (Shohei Imamura, 1996)
YanıtlaSilSelam Cüneyt,
YanıtlaSilBayramda tavsiye ettiğiniz filmi seyretmek niyetindeyim.. Teşekkür ederim.
Ölüm her ne kadar doğal bir olgu olarak kabul ediliyor gibi davranılıyorsa da;
YanıtlaSilBünye almaya alışıp aniden bıraktığı, alışkanlık yapan bir madde gibi onu arıyor.
Yeri doldurulamayan bir aşık gibi önce aklına sonra gönlüne düşüyor. Bazen de hayatta başka kişinin asla yerini alamayacağı bir anne gibi önce gönlüne sonra sonra yine gönlüne düşüyor.
Kaybedilen baba ise kendini emniyet kemerini takmadan telin üzerinde yürüyor hissi sarıyor.
Ne kadar yaşlansalar da..varlıkları yeter, iyiki hayattalar dediğin kişilerin, ölüm karşısında acı çekmelerine gönlün razı gelmediğinde;
Artık zamanıdır..
kesin altı üstünden daha iyidir gibi bir düşünceye kapılmıyormu insan. Sonra da böyle düşündüğü için vicdan yapıp bir o yana bir bu yana silkelenmiyormuyuz. Hatta bu duurumda kendimizi yada birilerini tokatladığımız bile olmuştur.
Neyse .. fazla silkelenmekten korktuğum için esas söylemek istediğimi söyleyemeyip..konunun kenarlarında gezinmek bile rahatsız etti beni.sizi de suç ortağı etmiyim kendime. Malum; suçu bilip söylememek de en az suçu işleyen kadar suçtur.
:)))))))))))))))))))) ( şaka yahu..)
Konuyu burada "kesip
Eh, Elmiye ben bu dediklerinizi duymamış, görmemiş olayım o halde:) Suça ortak olmayayım, bugün anlamazca halim tepemde... Affedersiniz, suç olacak bişi mi yazdınız ki, bilemedim de:))
YanıtlaSilSevgilerimle:))