Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri insanları seyretmeyi severim. Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.
O gün Emek Sineması'na girdiğimde nasıl hoş bir melodi ilişti kulağıma anlatamam. Acaba film başlamadan önce hep müzik yayını vardı da ben mi farketmemiştim? Koltuğuma yaslandım. Kendimi şarkının akışına bıraktım. Arka sırada yerini bulmaya çalışan kadının giysisinin hışırtısı ilgimi dağıttı. Merakla dönüp ona baktım. Üzerindeki bol, filizî pardüsüsünü çok eski zamanlarda giyilen feracelere benzettim. Arka sağ çapraza oturdu. Çok acayipti. Abdulaziz zamanlarından bugüne ışınlanıvermişti sanki. Pardüsününü çıkardı. Arkasına yaslandı. Belli etmemeye çalıştım ama, tavır ve edalarına gülmekten kendimi zor zaptettim. Gelin gibi süslüydü. Kahküllerini büklüm büklüm kıvrıtmış, yanaklarının iki yanından gerdanına doğru iki sünbül salkımı gibi koyuvermişti. Kulaklarına zümrüt küpeler takmış ve boynundan aşağıya ta göğsünün orta yerine bir yürek madalyon sarkıtmıştı. Yay gibi gergin ve çekik duran incecik kaşları, iri elâ gözleri, ucu hafifçe yukarı kalkık narin burnu, kıvır kıvır dudakları, sedef dişli ağzı vardı. Perçemlerini tutarak yana doğru attı. Elleri çok güzeldi. Uzun kalem gibi parmaklar, toz pembe avuçlar. Yerinde doğruldu. Kulağını dikti. Müziği dinledi. İşittim. "Ah! O şarkı." dedi. İşte o anda bu geç kadının, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Hep O Şarkı romanındaki "Münire" olduğunu farzettim. Tam otuz beş yıl hep aynı erkek için yanıp kavrulan kadın. Çocukluk aşkıydı. Yalı komşularının oğlu. Genç kızın babası bu ilişkiyi farkettiği an kızı ev ve göz hapsine almıştı. Kız tel kafeste kuş gibi çırpınıyor, sadece komşu yalıdan gelen sevdiği erkeğin şarkı söylerken duyulan sesiyle ferahlıyordu. Yanık bir beste, yanık bir güfte ile sesinin en yanık perdeleriyle "o şarkıyı" söyleyerek aşkını itiraf eden bu genç adam, hayalleri ve rüyalarının tek nesnesiydi. Bir zamanlar aşklar değişikti demek ki, diye aklımdan geçirdim. O zamanlar, tesadüfen de olsa yakından ya da uzaktan sadece yüzünü görebilmek, sesini işitebilmek, sık sık olmasa da mektuplaşabilmek bile mutlu edebiliyordu sevenleri. Dadısı her fırsatta "her şeyin başı kısmet" derdi. Gençliğinde bu lafa fazla ehemmiyet vermez, gülüp geçerdi. Ne kadar büyük bir laf olduğunu, nice olayları yaşadıktan sonra öğrendiği aklıma geldi. Herşeyin başı kısmetti ama insanın kendi kısmetine hizmet etmesi gerekmez mi? diye aklımdan geçirdim. On beş yaşında, bu lafı boş ve saçma bulsa da, gene de suratını asa asa, kaşlarını çata çata, ağzını bura çarpıta kurbanlık kuzu gibi görücü denilen insafsız, mütecessis ziyaretçilerin önüne neden çıkardı peki? Madem bu lafa aldırmazdı, madem yüreğinde sevdiği adamın aşkı vardı, o halde neden herşeye boyun eğdi? Neden görücülerin karşısındaki sandalyede uslu uslu otururdu? Neden hatırı sorulunca terbiyeli terbiyeli cevap verirdi? Neden kahveyi kendi elleriyle ikram ederdi? Ve işin en tuhafı dişlerini göstermek kastıyla, sözde tuhaf bir laf söyleyerek, onu güldürmek isteyişlerinde zoraki bile olsa neden gülümserdi? Çehresinin yandan görünüşü hakkında bir fikir edinmek için kullandıkları bazı hileler üzerine başını sağa sola çevirmeyi neden bir nezaket borcu bilirdi? Anlamıyordum. Genç kızları içlerinden gelmeyen bütün bu hareketleri yapmak zorunda bırakan şey neydi? Bütün bu azaplara, bu işkencelere neden hiç seslerini çıkarmadan katlanırlar? Acaba baba saygısından veya korkusundan mı? Sadece bundan olmaz diye düşündüm. Anlamıyordum. Peki nedendi? Kimse on beş yaşındaki kızın yaşının küçük olup olmamasına bakmayacak, isteyip istemediği sorulmayacak palaspandıras gelin edilecekti. Kocasıyla ilk kez zorla birlikte olduktan sonra, onu bir daha yanına yanaştırmayacaktı. Kocası aynen kayınvaldesi gibi çok yiyen, çok içen, çok uyuyan, evin içinde geniş paçalı donu, hadife hırkaları, işlemeli takkeleriyle bıngıl bıngıl dolaşan, anlayışsız, ruhsuz biriydi. Ya hep o şarkıyı söyleyen sevdiği adam ne olmuştu?
Genç kadın, elini koynuna soktu. Muska gibi katlanmış bir kağıt çıkardı. Usulca açtı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına o kağıda dikkatlice baktı. Sonra bir teselli muskası mı yoksa bir ümit tılsımı mı olduğunu bilemediğim kağıdı gene katladı. İç gömleğiyle teninin arasına yerleştirdi. Sanki yüreğine sokmak istiyormuş gibi sıkıca bastırdı. Gözlerini kapattı. O an hayalle hakikati karıştırdım. Genç kadın'ın "Ah çocukluk ah! ne tatlı ne mesut zamanlar imiş o da kadrini bilememişim." dediğini sandım. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Münire" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının bazı cümlelerini Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nın Hep O Şarkı adlı kitabından alıntıladım.
Yazılarını büyük keyif alarak okuyorum, her seferinde yorum olarak yazabileceğim bir şey olmasa da okuyorum. Ama bu farzetme oyunları bir ayrı hoşuma gidiyor her defasında bu sefer ne anlattı acaba diye koşarak geliyorum :)
YanıtlaSilSelam Vladimir, ne yalan söyleyeyim sinemada farz etme oyunları yazısı benim için de çok heyecanlı. Memleketim yazarlarının okuduğum kitaplardaki kadın kahramanları özellikle seçiyorum ve inanılacak gibi değil illa memleketime has bir kadın vaziyeti ortaya çıkıyor.
YanıtlaSilMesela Hep O Şarkı'da memleketimizdeki görücülük sistemi, küçük kızların istemediği kişilerle evlendirilmeleri, kızların kısmetim bu diyerek razı gelmeleri, kızların kısmetlerine hizmet edip istemedikleri şeyler konusunda diretici olmamalarının sonuçları bu kitabın belki tam karşılığı değil ama beni kızın ve kızların bu eksik halleri çok etkiliyor. Bu kitap tam ibretlik bana göre. İlla okunmalı. Ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun dili çok güzel:)
Ayrıca Emek Sineması'na bir selamdır bu yazılarım. Kimisi yürür, kimi konuşarak protesto eder. Benim tarzım da bu:)) Halen varmış gibi yapmak. Anısını her dem taze tutmak.
Teşekkür ederim.
Büyük bir keyifle okudum paylaşımını. Hatta hemen diğer 17 taneyi bulup bir çırpıda onları da okudum.
YanıtlaSilSevdim ben burayı :)
Selam Bohçamdaki İnciler, şaka yapıyorsunuz değil mi? Diğer 17 'yi okudunuz mu sahi:))
YanıtlaSil