21 Şubat 2012 Salı

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 20 - Nuran

 

Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  



!F Uluslararası Bağımısız Film Festivali için İstanbul'a gitmiştim. Aynı günde seyredeceğim üç filmden ikincisi için, Emek Sineması'nın kendine has tarihi kokusunu içime çeke çeke koltuğuma yerleştim. Hemen ön çaprazımda oturan kadın dikkatimi çekti. Yanındaki genç adamla tatlı tatlı muhabbet ediyordu. Konuşmasını işitir işitmez, bu İstanbullu'dur, diye düşündüm. Çünkü romanlardan öğrendiğime göre, Türkçeyi onun gibi güzel konuşmak, karşısındakinin gözlerine böyle ısrarla bakmak, kendisine hitap edildiği zaman kumral başını onun gibi sallayarak konuşana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak, hiçbir özentisiz, telaşsız, büyük ve geniş, suları, dibi görünecek kadar berrak, bir nehir gibi hayatın ortasında, hep kendi kendisi olarak sakin, besleyici akmak ancak gerçek İstanbul kadını için mümkündür. Hayranlıkla  tekrar tekrar baktım. Genç kadının güzel ve biçimli büstünü, beyaz bir rüyayı andıran yüzünü iyice görünce, onun Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur adlı romanındaki kahramanı Nuran olduğunu farzettim. Yalnız bir kadındı Nuran. İnandığı, sevdiği adam, çocuğunun babası, evlendiklerinden yedi sene sonra bir seyahatte tanıdığı Romanyalı bir kadın yüzünden iki sene evini, barkını bırakmış, şurada burada sürtmüş, sonra da bir gün artık beraber yaşayamayacaklarını, ayrılmaları lazım geldiğini söylemişti. Gerçekte, bu, başından beri mesut olmayan bir evlenme idi. İkisi de birbirlerini çok sevmişler, fakat vücutça hiç tanımamışlar,  kocası sinirli ve bezgin, genç kadın sadece sabırlı, yan yana birbirlerine kapalı, fakat gündelik işlerde açık, iki tesadüf mahkûmu gibi yaşamışlardı. Kızlarının dünyaya gelişi bu kapalı ve hemen hemen  neşesiz hayatı başlangıcında biraz  değiştirir gibi olmuştu. Fakat çocuğunu çok sevmesine rağmen ev, kocasını daima sıkmış, karısının sessiz, yumuşak ve kendi alemine gömülmüş hayatını daima yadırgamıştı. Kocasına göre genç kadın ruhen tembeldi. Hakikatte ise kadın yedi sene bu yarı uyku hayatında onun kendisini uyandırmasını beklemişti. Kocası, sahip olma hissinin içinde her türlü arzu ve hevesi uyuttuğu insanlardandı. Onun için bu zengin madenin farkına  varmadan onun yanı başında aslında kısır, ancak insiyaklarını uyandıracak şiddetli sürprizleri bekleyerek yaşamıştı. Genç kadının üstünden bir kayanın üstünden aşan bir dalga gibi, onda hiçbir akis uyandırmadan geçerdi. İşte bu dönemlerde, Köstence plajında  tesadüf ettiği Romanyalı kadın, onbeş yıllık tecrübesiyle adamın hayatına girivermişti. Bu kadın, istemeyen, sadece almasını bilen, "Arkadaşlıkla başla! Daima anlayışı ve sabırlı ol! Erkeği anladığını hissetsinler.... Sonra kanatlarını ger, nefes aldırma.... fakat istemek, asla..." diyen kadınlardandı. Belli ki böylesi, kocasının mizcına tam denk düşmüştü. Nuran kocasına barışmak, hepsini unutmak için zaman tanımıştı.  Adam, hiçbir zaman iradeli ve vaktinde kaçacak kadar akıllı bir insan olmamıştı. Boşanmışlardı. Nuran kocasından boşandıktan sonra, bir ada vapurunda kendinden yaşça küçük bir genç adamla tanışacaktı. Genç kadının İstanbullu olması, Boğaz'da yetişmesi, Türkçe'yi adeta şarkı söyler gibi konuşması bu genç adamı etkilemişti. Genç kadının yaşanmış bir hayatı vardı. Erkeğinden ayrılmış bir kadındı. Bir kızı vardı. Her dul kadın gibi mahalle baskısını, çevrenin gözlerini üzerinde hissediyordu. Genç kadının annesinden duyduğu ilk nasihat neydi? "Kadın her şeyden evvel kendisini gizlemeyi bilmelidir; yavrum." Belki kendi kızı da aynı kadere hazırlanıyordu. Acayip bir durumdu. Erkeklerin kabahatleri ayıplanacağına, boşanmak ayıp görülmekteydi. Bu sadece kadınlar için değil erkekler için de zalimce bir tutumdu. Zira pek çok erkek, boşanmamak için, kendilerinden nefret eden kadınlarla yaşamak durumunda kalıyorlardı. Son atmış sene içinde  ilk boşanma vakası, Nuran'ın başından geçmişti.  Acaba genç kadın  "kimseye hesap vemek zorunda değilim." diyebilecek miydi? Acaba asıl kimliğini, ne kadar zengin, ne kadar değişik bir alem olduğunu keşfedecek miydi? Peki  kaç insan bu zenginliği keşfetmeden ölürdü?


Genç kadın, yanındaki genç adama doğru eğildi... İşittim.... Alçak sesle Mahur Beste'yi mırıldandı. Gülümsedim. Çünkü O'nu, alaturka musiki dedikleri acayip tokmakla döve döve hazırlamış olduklarını hatırladım. Sanki güneş parçacıklarıyla dolu, berrak, dâvudiye yakın bir sesi vardı. Genç adam  hayranlık, ömrünü bir yıldız kasırgası yapan o tapınma hissine bir nevi korku karışmış gözlerle kadına baktı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Nuran" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının çoğu cümlelerini  Ahmet Hamdi Tanpınar'ın  Huzur adlı kitabından alıntıladım. 

2 yorum:

  1. huzur'a geçen yıl başalmış,ilk 20 sayfasını okuyup bırakmıştım.şimdi tekrar kitaplıktan bulup okumak için yoğun bir arzu duydum.

    "Nuran acaba asıl kimliğini, ne kadar zengin, ne kadar değişik bir alem olduğunu keşfedecek miydi? Peki kaç insan bu zenginliği keşfetmeden ölürdü?"
    .
    .
    .

    YanıtlaSil
  2. Merhaba Kara Kitap,
    Huzur aynı Kara Kitap gibi, konusu çok basit, zaten okurken sonunun ne olduğunu bildiğimiz bir kitap. Bu iki kitabın oturup başından sonuna okunmasına gerek olmayabilir.

    Her iki kitap da okunup bir kenara bırakılacak kitaplar değil. Her iki kitapta da aç bir bölümünü oku, aradan bir zaman geçsin başka bir bölümünü oku, bir şey kaçırmazsın.

    Çünkü her bölüm kendi içinde bir roman bana göre. Neden yazdım bunları biliyor musun? Kara Kitap için de Huzur için de aynı şeyleri söylerler. Başladım. Bitiremedim.
    Bu iki kitap bitirmek için değildir ki. Sanattan, edebiyattan lezzet almak içindir.

    Bilmiyorum. Benim öyküye meyyal bir bünyem olduğu için Hem Huzur da hem Kara Kitap'ta her bölümde aynı tadı aldım. Huzur ve Kara Kitap edebiyatın güzelliğini, Türkçemin aziz lezzetini, hayalle hakikatin içiçeliğini, memleketimden insan manzaralarını ve elbette her iki kitap ta İstanbul'umu lıkır lıkır hem de her defasında yine yine yeniden yüreğime akıtır.

    Bence Huzur aslında huzursuzluğun kitabı. Ve o merak ettiğin sorular sahiden mühim sorular Kara Kitap.
    Her ölümlü kendine sormalı:)

    Tekrar okumaya kalkar ve bırakmak istersen, sakın sıkma canını olur mu? Unutma, bazı kitaplar bazı yaşları bekler. Acele etme o zaman... Ama arada eline alıp, bazı bölümlerine göz gezdirip rastgele cümlelerinde dolan... O kadarı bile kafi..İnan!

    YanıtlaSil