19 Ekim 2011 Çarşamba

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum 6 - Hayalet Oğuz


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


Bu yıl Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğim ilk gün, Emek Sineması'na girdiğimde film başlamak üzereydi.  Daha yerimi bulamadan salonun ışıkları kararmaya başlamıştı ki, biletçi elindeki fenerle oturacağım koltuğu işaret etti. Gösterdiği yöne baktım. Sıranın ortalarıydı. Çoktan koltuklarına yerleşmiş seyircilerin önlerinden, mahcubiyet içerisinde, "Afedersiniz" diye diye oturacağım yere geçtim.  Ceketimi çıkarırken sol yan koltuktaki seyirciye baktım. İncecik, varla yok arasında, zayıflıktan ölecekmiş gibi duran bir adam oturuyordu. Koltuğuma iyice yerleştim. Ön koltukta oturan kadın başını arkaya çevirerek salona göz atmaya başladı. Bir an yanımdaki adamın bakışlarına takıldım. Göz ucuyla iyice baktım. Adam bu güzel kadına sanki annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi baktı. Kadın ise onu hiç fark etmedi. İşte o anda adamın Tezer Özlü'nün kitaplarında okuduğum Hayalet Oğuz olduğunu farzettim. Beş yaşında annesi terk etmişti. Hayat kendi mecrasında bir şekilde akıp gitmişti. 1970 yıllarına gelindiğinde Beyoğlu'nun müdavimlerindendi.  Evini sırtında gezdiren biri olmalı diye düşündüm. Hayatında hiç ev almayan, ev kiralamayan, eşya almayan, eşya tamir ettirmeyen, belki de bir tek mobilya mağazasına girmeyen, pasaport almayan, evlenmeyen, boşanmayan, kimseyi gebe bırakmayan, canlı ve cansız  hiçbir şeye malı gözüyle bakmayan, resmi dairelere girip çıkmayan, örgütçülüğe inanmayan, her türlü dayatmaya isyankar, tutunamayan değil bile isteye tutunmayan,  bireysel baş kaldırı örneği. Yaşamının  çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirecekti. Ama konukluğu bir kelebek gibiydi.  Kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiç bir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçek ve pasta getirirdi. Yaptığı çevirilerle, yazdıklarıyla kim bilir Türk edebiyatına kazandırdığı ne çok kitap vardı? Kim bilir  sinema dünyasına ne mühim katkılar yapmıştı? Birden Hayalet Oğuz'un kırk altı yaşında kırk altı kilo olarak öldüğü aklıma geldi. Ürktüm.

 
Adam oturduğu yerde  kıpırdandı. Kayıtsız gözlerle etrafına bakındı. Sağ elini montunun  cebine soktu.  Usulca cebinden çıkardığı elinde, İngilizce polise bir roman vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi o kitaba dikkatle  baktı.  Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Hayalet Oğuz" olduğunu farzettiğim adamı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

   
NOT:  Tezer Özlü'nün  Eski Bahçe - Eski Sevgi  adlı kitabındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder